Abdulkadir
Geylani
"Dünya bir çarşıdır, bir pazar
yeridir. Yakında kapanır, dağılır. Size yalnız
fânileri gösterecek ve onlara bağlanmanıza sebep olacak
kapıları kapatınız. Allah’ın kudretini görmenize ve
yalnız O’nu sevmenize vesile olacak kapıları
açınız.."
Abdülkadir Geylani, 1077 (hicri 470)
yılında, Peygamberimizin vefatından 445 yıl sonra, Hazar
denizinin güneyinde Geylan kasabasında doğmuş, 1165 (hicri 562)
yılında 91 yıllık bir ömürden sonra bu aleme veda
etmiştir. Soy itibariyle, babası Seyyid Musa tarafından
Imam-ı Hasan’e, annesi Fatma Hatun tarafından da Imam-ı
Hüseyin’e dayanıyordu.
ABDULKADIR GEYLANI’NIN AKIDESI 3 3
ABDULKADIR GEYLANI’DEN öğüTLER 3 3
ABDULKADIR GEYLANI’NIN 3 3VASIYETI
ABDULKADIR GEYLANI’NIN TASAVVUF
ANLAYIşI 3 3
KITAPLARI
1) FETHU’R
– RABBANI ’ den demetler
2) FUTUHU’L - GAYB
1.
Makale 3 VAZİFE 3
2. Makale 4 HAYRI TAVSİYE 4
3 Makale 4 İPTİLA 4
4.
Makale 5 MANEVİ ÖLÜM 5
5. Makale 5 DÜNYA VE HALİ 5
6. Makale 6 HALKI BIRAKMAK 6
7. Makale 7 KALBİN HASTALIĞI 7
8. Makale 9 ALLAH'A YAKINLIK 9
9. Makale 10 KEŞİF VE MÜŞAHEDE 10
10.
Makale 11 NEFİS VE HALLERİ 11
11.
Makale 13 ŞEHVETİN BEYANI 13
12.
Makale 13 DÜNYALIĞI SEVMEK 13
13.
Makale 13 ALLAH'IN EMRİNE TESLİM OLMAK 13
14.
Makale 15 VELİLERE UYMAK 15
15.
Makale 16 KORKU VE ÜMİD 16
16.
Makale 17 TEVEKKÜL VE DERECELERİ 17
17.
Makale 18 ALLAH'A VASIl OLMANIN YOLU 18
18.
Makale 20 HAKKI ŞİKAYET ETMEMEK 20
19.
Makale 22 AHDİ YERİNE GETİRMEK, SÖZDEN DÖNMEMEK 22
20.
Makale 22 "SANA ŞÜPHE VERENİ BIRAK" 22
21.
Makale 23 ŞEYTANLA BİR KONUŞMA 23
22.
Makale 23 İMAN SAHİBİNİ TECRÜBE 23
23.
Makale 24 ALLAH'IN VERDİĞİNE RAZI OLMAK 25
24.
Makale 25 ALLAH'IN RAHMET KAPISINA TEŞVİK 25
25.
Makale 27 İMAN AĞACI 27
26.
Makale 28 EDEP PERDESİNİ AÇMAMAK 28
27.
Makale 29 "HAYIR VE ŞER, İKİ MEYVEDİR" 30 HADİS-İ ŞERİFİ
ÜZERİNE 30
28.
Makale 32 MÜRİDİN HALİNİ BEYAN 32
29.
Makale 33 “ZAMAN OLUR Kİ, FAKİRLİK KÜFRE
YAKLAŞIR” 33 HADİS-İ
ŞERİFİ ÜZERİNE 33
30.
Makale 34 YASAK OLAN ŞEY 34
31. Makale 35 ALLAH İÇİN BUĞZ 35
32.
Makale 36 HAK SEVGİSİNE BAŞKASINI KATMAMAK 36
32.
Makale 37 İNSANLARI DÖRT BÖLÜMDE ANLATMAK 37
34.
Makale 38 ALLAH’A DARILMAMAK 38
35. Makale 40 VERA’ ÜZERİNE 40
36. Makale 41 DÜNYA VE AHİRET
İŞLERİ 41
37. Makale 43 HASEDİN KÖTÜLÜĞÜ 43
38. Makale 44 DOĞRULUK VE NASİHAT 45
39. Makale 45 AYRILMAK, BİRLEŞMEK VE NİFAK 45
40. Makale 45 SALİK’in YETİŞMESİ 45
41. Makale 46 FENÂ VE KEYFİYETİ 46
42. Makale 47 NEFSİN İKİ HALİ 47
43. Makale 49 DİLENCİLİĞİN KÖTÜLÜĞÜ 49
44. Makale 49 ARİF-İ BİLLAH’IN DUASINA NEDEN
İCABET OLUNMAZ 49
45. Makale 50 İPTİLÂ VE NİMET 50
ABDULKADİR-İ
GEYLANİ’NIN AKİDESİ
"Hamd o AIlah'a ki, nicelik ve niteliği O
nitelemiş ve kendisi nicelik ve nitelikten pak ve münezzeh
kalmıştır. Zaman ve mekanı O yaratıp meydana
getirmiş ve kendisi zaman ve mekan kaydından pak kalıp izzet ve
şerefle saltanatım kurmuştur, (îl-miyle, kudretiyle, rahmet ve
inayetiyle) her şeyde mevcud olmuş ve fakat zarfiyetten münezzeh ve
mukaddes kalmıştır. Her şeyin yanında hazır
olmuş ve fakat bir şeyin yanında mekan tutmaktan çok yüce
kalmıştır.
"Allah nerede"dir, dersen, onu mekanla talep
etmiş olursun. "Allah nasıldır ve nicedir" dersen, Onu
nitelik ve nicelikle talep etmiş olursun. Onun hakkında "ne
zaman?" dersen, Onu zaman kavramiyle kayıtlamış olursun!
O'nun hakkında "değil" tabirim kulla.mrsan, O'nu var
oluşluktan ta'tîl etmiş olursun. O'nun hakkında
"niçin" tabirim kullanacak olursan, melekütiyyet konusunda O'nunla
çatışmış olursun. O'nu tenzih ederiz; öncelik O'na
hastır, hiçbir şey O'nun önüne geçemez. Sonralık da O'na
hastır; sonralığa ilhak edilemez. Benzerlikle kıyas olunmaz;
hiçbir şekil yakınlığıyla nitelenmez. Eşlik ve
çiftlikle vasıflanmaz ve ayıplanmaz. Cisimlikle tanıtlanmaz.
O'nu tenzih ederiz, O'nun sam yücedir; eğer
O, bir şahıs olmuş olsaydı, kemiyyeti bilinmiş olurdu.
Cisim olmuş olsaydı, bir takım organlardan meydana gelmiş
olurdu. Putperestleri reddederek deriz ki: Allah Bir'dir; hiç bir şeye
muhtaç değildir; bütün eşya O'na muhtaç bulunuyor, çünkü O SAMED'dir.
O'nun dengi ve benzeri yoktur; O'na benzerlik koşanları reddederiz.
Gizli, açık, karada/denizde hayır olsun şer olsun hiç bir
şey O'nun iradesi dışında hareket edemez, her şey
O'nun yüksek iradesiyle hareket eder. Böylece Kaderiyye Mezhebi
mensuplarım reddediyoruz. O'nun yüksek kudreti hiç bir şeye benzemez;
hikmetine bir son ve sınır olmaz; böylece Hüzeliy Mezhebi
mensuplarım reddediyoruz. O'nun koymuş olduğu hukuk vacibdir.
Delil ve hücceti doruğuna yükselmiştir. Hiç kimsenin O'nun üzerinde
bir hakkı yoktur. Bu bakımdan hiç kimse Ondan bir hak iddia edemez.
Bununla Nezzamiyye Mezhebi mensuplarım reddediyoruz.
Allah adil'dir, hükümlerinde asla zulmetmez.
Sadık'dır, haber verdiği hiç bir şeyde döneklik yapmaz.
Öncesi olmayan bir söz ile konuşucudur. Onun sözünün başka hiç bir
yaratıcısı yoktur. Kur'anı indirip en güzel konuşanlan
acze düşürmüş ve böylece Muradiyye Mezhebinin hüccetlerini
çürüğe çıkarmıştır. Rabbimiz ayıpları
gizler; günahlan bağışlar, tevbe edenlerin tevbesini kabul buyurur. Bir
kişi günahına dönecek olursa, geçmişteki günahlan (eğer tevbe edip
bağışlanmışsa) tekrar dönmez. O,
bağışladığı şeyi geri döndürmekten
münezzehtir; haksızlık ve zulümden uzak, her türlü adaletsizlikten
mukaddestir.
Biz inanıyoruz ki, Allah, mü'minlerin kalblerini bir
araya getirip uyumlu kılmıştır. Kafirleri de
sapıklıklarıyle başbaşa bırakıp akl-ı
selîm ve iradenin kapısını açık bırakmıştır.
Bununla Hişamiyye Mezhebini reddediyoruz.
Biz tasdîk ediyoruz ki, bu ümmetin fasıklan, Yahudi,
Hıristiyan ve Ateşperestlerden hayırlıdır. Bununla da
Ca'feriyye Mezhebini reddediyoruz. Ve biz ikrar ediyoruz ki, O, hem kendini,
hem de başkasını görüyor ve O her sesi duyuyor. En gizli hal ve
düşünceleri görüyor. Bununla Ka'biyye Mezhebini reddediyoruz. Halkı
(yaratıkları) en güzel fıtrat üzere yaratmıştır.
Onları kabir çukurunun karanlığına birer fani olarak
çevirmiş ve ilk yarattığı gibi onları tekrar diriltip
hayata döndürecektir. Bununla Dehriyye Mezhebini reddediyoruz.
Hesap günü insanları ve diğer,
canlıları bir araya toplayacağı gün, dostlanna (rahmet ve
mağfiretle) tecellî eder. Dostları da O'nu dolunayı görür gibi
görürler. O, o gün perde gerisinde kalmıyacak. Mu'tezile'den rü'yeti inkar
edenleri reddediyoruz. O, nasıl olur da dostlanna görünmez, perde
gerisinde durup onlan hesap alanında bekletir? Bu hususta O'nun kadim ve
ezelî va'dleri vardır. Va'dlerini mutlaka yerine getiricidir.
"Ey itmi'nane ermiş ruh, dön Rabbine, sen O'ndan
razı, O senden razı olarak; haydi gir kullarınım içine, gir
cennetime!" Fecr süresi, Ayet: 28
Sen cennetlerden huri nîmetiyle hoşnud
olacağım mı zannediyorsun? Cennet bahçelerinde sündüsten
yapılmış bir giy-siye kanaat getireceğim mi
sanıyorsun? Mecnun Leyla'sız nasıl ferah bulup huzura
kavusabilir? Amber kokusunu almadan onu sevenler nasıl eğlenip rahat
edebilirler? Bir takım cesetler ki, ubudiyyet tahkîkinde
erimişlerdir. Allah katında yer almakla nasıl nîmetlenmiş
olmazlar? Karanlık gecelerde uykusuz kalmış bir takım
gözler, Allah ile ünsiyet müşahedesine erişince nasıl lezzet
almazlar? Bir takım gönüller ki, sevgi sütleriyle
gıdalanmışlar, nasıl olur da Rabbanî şerbetle
sulanmazlar? Bir takım ruhlar ki, beden şehrinde
hapsedilmişlerdir;
nasıl olur da kudsî bahçelerde gezip tozmazlar? Oranın yüce
yerlerinde eğlenmezler? Oranın susuzluğu giderici sulanndan
içmezler?
O günü nasıl tasvîr edelim, aşın derecede
olan aşk ve şevki nasıl anlatalun? Aşıklar hakimi o
gün arz-i endam edecek, açıktan kendini gösterecek ve bu davayı O
halledip hükme
bağlıyacaktır.
O gün Mevlasmın hitabına mazhar olan, tahiyyat
ile söze başlayacak; Mevlası da onu Cennet-i Adn'e buyur edecek. Ama
bir takım kimseler Cennete girmek istemiyecek, Rablerinden
başkasına bakmıyacaklanna and verecekler ve Ondan
başka-sına niyet bağlamıyacaklar; varlık aleminden hiç
bir şeye razı olmayacaklar; hem onların arzulan
aşağı nesneler de olma yacak. Onlar hayatın lezzetinden
ancak, övgüdeğer vuslatın hazzını almak için hicret
etmişlerdi. Bu yüzden onlara ebedî rahatın kadehim sunucular
şerbetler sunacak, öyle şerbetler ki hem katıksızdır,
hem de yumuşak. Buna hasret olanlar üze-rinde çevrilip açıktan
açığa takdim edilince, sabah akşam onları çepçevre
kuşatanca, onların şadilik ve iştiyaklarım
arttıracak, göz ve gönül doldurucu nürlanna doğru heveslerim çekecek.
Rabbim Senin Hakk ismine andolsun ki Senin cemali-ni görmeyen bir göz herhalde
sakıydir (bedbahttır). Rabbim, kendi güzelliğinle Sen bütün
aşıkları öldürdün. Sana
olan gönül arzusu hakkı için senin emrin altında bulunanlara merhamet
ve şefkat et! öyle gönüller ki, şevk ve istekle Sana yö-nelip eriyorlar. Sana olan aşkları sebebiyle onlarda
bir bakiyye kalmadı.
Şüphesiz ki, Rabbim ben Senin aşkından yana bir vasiyet üzere
bulunuyorum; Sana
kavuştuğum gün asla umutsuzluktan endişe etmiyorum. Ya ilahî!
Senin atıfetlerin hatalanmızı silsin! Red nasıl olabilir
kardeşlerim? Seher vakitlerinde rabbanî anlar ve dakikalar vardır.
Semavî işaretler, melekler aleminden nefhalar vardır!
Bu mesele ve önermenin doğruluğuna delîl,
kuşların ağaçlar üzerinde davudî nağmelerle ötmeleridir.
Ayrıca bağ bahçe aralannda kıvnla kıvnla akan suların
çağlayan sesleri, esen rüzgarların dokunup raksettirdiği
ağaç dallannın sündüs giysilere bürünerek
çıkardığı gönül çekici nağmeleri de buna delildir.
Çünkü bunların, evet bu saydıklanmızın hepsi Allah'ın
birliğini dile getirip ifade etmektedirler.
Haberiniz olsun ey muhabbet ehli! Şüphesiz ki
Cenab-ı Hak seher vakti tecellî ederek şöyle seslenir: "Tevbe
eden kimse varmıdır? onun tevbesini kabul edeyim! Günahının
bağışlanmasını arzu eden bir kimse var mıdır? onun
bütün hatalarım bağışlayayım. Benden bir
bağış isteyen var mıdır, ona nîmet ve
bağışlarım! bolca vereyim!"
Uyanık olun ki, ruhlar kir ve pastan arınıp
safileşince, olanca güzelliğiyle ışık saçar,
aydınlık verir; bir nice hallerde basma gelen dert ve musibetler
eşit bir doğrultuda ona çok kolay gelir. Hiç şüphe yok ki, o
ruhların gözlerinden akan yaşlann kokusu, manevî ufuklarda misk
kokuşu neşreder. Onlar (fena aleminde) bir takım ayrılıkların
hasretine sabrettikleri için, yüksek mertebelerdeki vuslata hak
kazanmışlardır. Yine onların sözlerinin ve haberlerinin
sıhhati dostlar tabakasında sened ve rivayet kabul edilir. Onlar sualsiz uçup gittiler;
ihtiyaçtan yerine getirilir. Sevgi hediyesi, apaçık
sabahlamıştır. Artık ,onun için güzel kafiyeler
neredesiniz? Onların akidesi, Hanefî, Şafiî, Malikî ve Hanbelî
mezheplerinin usulü üzere idi.
Allah bizi ve sizi dinde ayrılık meydana getirip
parçalanan, dağılan kimselerden korusun. Ayrılığa
düşenler, okun hedefi delip geçtiği gibi dinden öylece gelip
geçtiler; üzerlerinde dinden hiç bir eser görünmemektedir. Cenab-ı Hak
beni de, sizi de kendilerine cennette yüksek menziller verilen altlarında
ve üstlerinde ilahî füyuzatın eserleri görülen kullarından eylesin!
Allahım, rahmet ve afiyetim, halkın en şereflisi Muhammed'e ve
onun hanedan ve arkadaşlanna indir! Onları saygı ve ta'zîmin en
şereflisine has kıl! Onları çokça ve ebediyen, ardarda, yeni
yeni esenliğe her sabah ve her akşam mazhar eyle!.
Amin!.. Amin!..
Kaynak: Abdülkadir Geylani Füyüzat-ı Rabbaniye
ABDÜLKADİR
GEYLÂNİ’DEN ÖĞÜTLER
Sakın yaptığın işlerde ve
bulduğun manevi halde kendi gücünü görmeyesin. Bu hal kişiyi
azdırır ve YARATAN’ın rahmet nazarından uzak kılar.
Sakın sözünü dinletme ve kabul
ettirme hevesine de kapılmayasın. Önce temeli at sonra üzerine
binayı çık. Kalbini derin kaz ki oradan hikmet pınarları
fışkırsın, sonra ihlas ve iyi işlerle o binayı
yükselt. Bu işlerden sonra halkı o köşke davet et.
***
Başkasında bulunan bir hatayı defetmek
istersen nefsinle yapma, imanınla yap. Kötülükleri ancak İMAN
yıkar. Bu durumda RABB’in sana
işlerinde yardımcı olur. O kötülüğü yok etmek için
arkadaş olur, O kötülüğü ezer ortadan kaldırır. Eğer bir
kötülüğü nefsin için, halkın seni tanıması için ortadan
kaldırmaya niyet edersen rezil olursun. Her işte HAKK’ın
rızası aranmalıdır.
***
İSLAM gömleğin yırtık, İMAN
elbisen pis, kalbin cahil, için kederle dolu. Gönlün İSLAMİYET’e
açık değil. İç alemin harap, dışın mamur, bütün
sayfaların günah karası. Sevdiğin ve arzuladığın
yalnızca dünya.
Kabir kapısı açık ve ahiret sana doğru gelmekte.
En kısa zamanda aklını başına topla, yalnız dünya
azığı toplamaktan vazgeç de ahiret azığını
toplamakta acele et...
Sabırlı kulların bu dünyada çektiği
cefa, Yüce Allah’ın (C.C) gözünden kaçmaz. Siz bir an olsun O’nun
uğruna sabır yolunu tutun, yıllarca ecrini
alırsınız. Ömrü boyunca “Kahraman” lakâbıyla gezen, onu bir
anlık cesareti sonunda kazanmıştır.
***
Ey evlad, önce nefsine öğüt ver, onu yola getir,
sonra da başkalarını... Senin henüz ıslaha muhtaç hallerin
var, bunu sen de biliyorsun. Bunu bildiğin halde
başkalarının islâhı ile uğraşma yolunda
nasıl başarılı olabilirsin? Gözlerin bir adım öteyi
görmüyorken körleri neyle yola getirme sevdasındasın?
***
Size gereken, Yüce Yaratanı sevmek ve O’ndan
başka kimseden korkmamaktır. Ve bütün işleri onun
rızasını gözeterek yapmak... Bunlar “Kalp” le olur, dil
gürültüsüne getirip söze boğmakla olmaz. Sonra mihenk taşına
vurulunca utanırsın. Kuru davaya kimse inanmaz. Halk arasında
söylediğin sözleri yalnız kaldığında söylüyormusun?...
Aynı duyguları tek başına kaldığın zaman da
duyman mümkün oluyor mu?... İşte bunları yapabiliyorsan mesele
yok... Kapı önünde “TEVHİD”, içeriye girince “ŞİRK”,
yakışır mı? Bu, nifak, ikiyüzlülük alametidir, içi bozuk
olmanın ta kendisidir. Acırım sana, sözün kötülükten sakınma
hakkında, kalbin ise fitne çıkarmaya istekli. Şükrü dilinden
bırakmıyorsun, ama kalbin daima itiraz halinde.
***
Geliniz aşırı, uygun olmayan
arzularımızı bir yana atıp YARATANIMIZA koşalım.
Bu yolda biraz perişanlık çekelim. Ne olur sanki biraz zahmet çeksek?
O’na vardıktan sonra bütün çekilen sıkıntılar unutulur.
İçimize ve dışımıza hükmeden nefsimizi HAK yoluna
çevirelim, Rabbimizin Elçisine, Sevgilisine başvuralım, O’nun
eteğini bırakmayalım.
***
Bütün amacın yemek, içmek ve arzularının
tatmini olmasın. Bunların hepsi amaç değil, Yüce ALLAH’a (C.C.)
ulaşmak için birer araçtır. Bütün hedefin sana en çok gerekli olana ulaşmak
olmalı. Sana
en gerekli olan ise YARATAN’ındır. O’nu ara. Her şeyin bir
bedeli olur. Dünyaya AHİRET, yaratılmışlara ise bedel
YARATAN’dır. Dünyayı kalbinden atarsan yerini HAK alır.
Yaşadığın günü ömrünün son günü bil,
işlerini ona göre ayarla. Bu duygu sana
yeter.
***
“ALLAH’tan (C.C) başka ilah yoktur,” dediğinde
bir “DAVA” peşine düştün demektir. Her davada şahit isterler,
şahidi olmayan davasını kaybeder. Ayrıca bu uğurda
gelecek her türlü sıkıntıya göğüs gerip, sabır
göstermek de birer şahid sayılır. Bunları yaparken
İHLAS’lı olmak gerekir.
***
Hiçbir söz amelsiz ve ihlassız kabul edilmez. Kainatın Efendisinin
(S.A.V) yolu İHLAS’tan ibarettir.
***
Dünyalık toplarken dikkatli ol. Gece odun toplayan
gibi olma. Elini uzattığında neyi alacağını
önceden kestirmelisin.
Gece odun toplayan eline geçeceğini bilemez, seni de
ona benzetiyorum. Ayık ol, sonra felaket büyük olur.
***
HAK’la çekişme, nefsin için O’nu kötüleme, malın
azaldı diye O’nu itham etme, insanlar sana yüz vermiyor diye O’nu suçlama. Suçu
kendinde ara. Her işin kendi keyfine uygun olmasını istiyorsun,
en büyük hüküm senin mi yoksa O’nun mu? Sen mi fazla biliyorsun yoksa O’ mu?
Merhametin O’nunkinden fazla mı?
Sen ve bütün yaratıklar O’nun kuludur. Her şeyde
yalnız O’nun hükmü geçer bunu sakın unutma.
***
YARATAN’ın rızasına erme yolunda
yapmacık hareketler fayda getirmez, bu yolda yersiz arzu ve boş
temenni ile yürünmez. Hele içi başka dışı başka
birinin eline hiçbir şey geçmez. Bir de yalancılık ortaya
çıkarsa felaket o zaman başlar. Eğer
bu hallerin azı sende varsa hemen tevbe et ve tevbeni bozma. Tevbe
etmekten ziyade, tevbeyi bozmamak esas hünerdir.
***
Böbürlenmeyi bırakın, Yüce ALLAH’a (C.C)
karşı büyüklük satmakta neymiş? Kullara da kibirli
davranmayın, haddinizi bilin. Varlığınıza tevazuyu
yerleştirin. Önceden ne olduğunuzu düşünün; bir damla su.
Sonrası ne olacak malum...Bir hendeğe
yuvarlanacak bir ağırlık. Hali böyle olana büyüklük taslamak
yaraşır mı?
Hırsa kapılmayın, kötü arzular sizi esir
etmesin. Dünyalık adamların kapısını
aşındırmayın. Ezilip büzülerek onlardan dünyalık
dilenmek size yakışmaz, sabırla doğru yoldan nasibini
arasan daha iyi olmaz mı? Ya bir de yaptığın
dilenciliğin sonu boşa çıkarsa... Sevgili Peygamberimizin
(S.A.V) “En büyük belâ, nasibte olmayanı aramaktır,” buyruğunu
hiç duymadın mı? Nasibte olmayanı kullar hiçbir zaman veremez.
Dünya oğullarının buna hiçbir zaman gücü yetmez.
***
Ey ilim iddiasında bulunan, hani ağlaman? Yüce
ALLAH’ın (C.C) korkusundan gözlerin yaşarıyor mu? O’ndan korkman
ve günahları itirafın nerede? Nefsinle cenk etmek ve onu terbiye
etmek yok mu? O’nu HAK tarafına çağırman nerede?
Bunların hiçbiri sende yok. Bütün derdin kasa, masa,
yemek ve eğlenmek. Aklını başına al. Dünyadaki
nimetlerden sana
gelecek bir kısmetin varsa gelir, üzülme içini ferah tut. Bekleme yükünden
kurtulursun, hırsın ağırlığı seni yormaz. Eğer bu şekilde davranmazsan, bütün bu
uğraşmalarından sana
ne kalacak dersin? Sadece bir yorgunluk ve ağır bir hesap...
***
Doğruluk olmadan bilginin sana ne yararı dokunur?
Doğruluğun olmadığı için bilgi sana bela olur. Öğrendin, namaz
kıldın, oruç tuttun sebebi sana
mal versinler, iyiliğini görsünler, seni öğsünler oldu. Sana
yakışır mı bu düşünceler?
Farzet ki halkın sana ilgisi arttı, bunun ölüm
anındaki sıkıntıya faydası olur mu acaba? Seni sevenlerle
aranda uçurumlar olacak o anda. Topladığın malları
başkaları paylaşacak, hesabı ve cezası da sana kalacak.
***
Yazık sana!
Cehennemlik işleri yaparken cenneti umuyorsun. Geçici şeylerle
avunuyor onları seviyor ve senin sanıyorsun. Ama yakında elinden
alacaklar.
Yaratan hayatı sana
emanet olarak verdi, O’nun rızası yolunda yaşamanı emretti.
Sen ise kendi isteğin, heveslerinin peşinde hayatını
tükettin. Sana
verilen zenginlik, makam, sıhhat birer emanettir. Bütün bunları
YARATICININ rızasına uygun yolda kullan.
***
Ey evlad, ana rahminde seni kim besledi. O halde iken ne
kadar acizdin, bu hale seni getiren kim? Sen ise kendi varlığına
ve halka dayanmaktasın, parana,
mevkine, bilgine güveniyorsun. Güvendiklerin bugün var yarın yok
olabilirler. Yüce ALLAH’tan (C.C) başka her kime güveniyor veya kimden
korkuyorsan o senin ilahındır. Yakında bütün güvendiklerin yok
olur kullarla aran açılır, sana
karşı kalpleri katılaşır, kapıları yüzüne
vururlar seni kapı kapı dolaştırırlar.
Çağırsan yardımına koşan olmaz.
Bütün bunlara sebeb Hak’tan başkasına
güvenmiş olman, O’nun nimetlerini başkalarından bilmiş
olmandır.
***
Yüce ALLAH’ın (C.C) dininde olmayan şeyleri
yapmaya çalışma. Elinde iki şahit olsun; biri KUTSAL
KİTABIMIZ, diğeri SÜNNET-İ RESULALLAH. Bunlar seni RABBİNE
ulaştırır. Ama sen bu şahitleri bırakıp nefsinin
peşinden gitmeye devam ediyorsun. Elinde iki şahidin var; biri
zayıf aklın, diğeri de şahsi arzun. Şüphesiz bunlar
seni ateşe iter. Firavun gibilerin arasına katar.
***
Ey içi bozuk, yakında öleceksin, öldükten sonra
yaptıklarına çok pişman olacaksın ama çok geç...Dilin güzel
söze alıştığı için konuştu ve aldandı, ama
kalbin hiçbir şeyden anlamaz bir halde. Bu durum seni kurtarmaz. Güzel
konuşmayı kalb yapmalı, yalnızca dilin iyi söz söylemesi
faydasızdır.
***
Ey ALLAH (C.C) yolcularını bulamayan;
varlığını ve yaratılmışları HAK
varlığına perde eden
kişi; ağla, başkasına bir ağlarsan kendine bin defa
ağla.
ABDULKADİR-İ
GEYLANİ’NIN VASİYETİ
Oğlu Abdurrezzâk'a şöyle vasiyet eyledi:
Ey oğlum! Allahü tealâ bize ve sana ve bütün müslümanlara tevfîk,
başarı ve muvaffakiyet ihsân eylesin! Sana Allah'tan korkmanı ve
O'na tâat üzere olmanı, dînimizin emir ve yasaklarına riâyet etmeni
ve hudûdunu gözetmeni vasiyet ederim.
Ey oğlum! Allah bize, sana ve müslümanlara tevfîk versin! Bizim bu
yolumuz, Kitap ve Sünnet üzere bina edilmiştir. Kalbin selâmeti, el
açıklığı, cömertlik, cefâ ve ezâya katlanmak ve din
kardeşlerinin kusurlarını affetmek üzere kurulmuştur.
Ey oğlum! Sana
vasiyet ederim! Derviş yâni Allah adamlarıyla berâber ol.
Meşâyıha, tasavvuf büyüklerine hürmeti gözet! Din kardeşlerinle
iyi geçin! Küçük ve büyüklere nasîhat üzere ol. Dinden başka şey için
kimseye düşmanlık etme!
Ey oğlum! Allah bize ve sana
tevfîk versin! Fakirliğin hakîkati, senin gibi olana muhtaç olmaman,
zenginliğin hakîkati ise, senin gibi olandan bir şey istememendir.
Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile de ele geçmez. Dervişlerden,
Allah'tan başkasına ihtiyaç duymayan birisini görürsen, ona ilim ile
değil, rıfk, yumuşaklık, güler yüz ve tatlı söz ile
muâmele eyle! Zîrâ ilim onu ürkütür, rıfk, yumuşaklık ise çeker
ve yaklaştırır.
Ey oğlum! Zenginlerle sohbetin, görüşmen izzet
ile, onlara değer vermeyerek, fakirlerle örüşmen ise, kendine
değer vermiyerek olsun.
İhlâs üzere ol! İhlâs, insanların görmesini
hâtıra getirmeyip, yaradanın dâimâ gördüğünü unutmamaktır.
Sebeplerde Allah’a dil uzatma. Her hâlde Allah’dan gelene râzı ve sükûn
üzere ol. Allah adamlarının huzûrunda şu üç sıfat üzere
bulun: Alcak gönüllülük, iyi geçinmek ve kötülüklerden arınmış
bir kalb. Hakîkî yaşamak, nefsini öldürmenle, nefsinin
arzularını, haram ve zararlı isteklerini yerine getirmemenle
olur."
TASAVVUF
Sana Allah’dan korkmayı, kötülükten geri durmayı tavsiye
ederim. İslam dininin zahirdeki emirlerine uy. Gönlünü geniş tut. Nefsini
daraltma. Yüzünü güler eyle. Varlığını doğrulara harca. Başkalarını üzme. Zor
işleri kendin al. Fakirliğin kıymetini bil. Büyüklerin kadrini bil.
Arkadaşlarının kıymetini bil; onlarla iyi geçin. Küçüklere nasihatta bulun.
İcabında büyüklere de doğruyu söylemekten çekinme. Düşmanlık yapma; iyilik
yapmaya devam et. Bol harca; ama hep Hak yolunda. Mal yığma. Sohbete layık
olmayanlarla konuşma; gerek din, gerekse dünya için onlara akıl danışma.
Fakirliğin asıl manası odur ki, senin gibi birine ihtiyaç
sayıp dökmeyesin… Zenginliğin manası ise, senin gibilere karşı gönlünde bir
ilahi vakarın olmasıdır.
Tasavvuf, dedikoduyu bırakmaktır. Yalnız açlığı gidermek
için yemek, hiçbir işe yaramayan alışkanlığı bırakmakla hasıl olur. Nefse güzel
gelen şeyleri bırakman iyi olur.
Fakirlik hali ilimle başlar, yumuşak tabiatla büyür. İlim
onu korur. Yumuşaklık ise sevdirir.
Tasavvuf sekiz huy üzerinedir:
1. Sahî olmak: Eli açık, cömert olmak. Bu adet İbrahim
Peygambere (A.S.) verildi.
2. Razı olmak: Bu adeti İshak Peygamber (A.S.)
almıştır.
3. Sabır: Bu hali Eyyub Peygamber (A.S.)
benimsemiştir.
4. Işaret: Bu da Zekeriyya Peygamberin (A.S.)
hususiyetidir.
5. Gurbet: Bu da Yahya Peygamberin (A.S.) nasibidir.
6. Kalın ve sade giyinmek: Bu da Musa Peygamberin
(A.S.) meşrebidir.
7. Seyahat: Bu da İsa Peygambere (A.S.) nasip olmuştur.
8. Fakr: Bunu da Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.v.) almıştır. Bir Hadis-i Şerifinde: “Fakr, benim övüncümdür,” diye
buyurmuştur.
Hepsine selâm olsun.
Fethu’r -
Rabbani’den
Demetler
Giriş
Ey oğul! İki adım vardır ki, eğer bu iki adımı atabilirsen
Hakk’a ulaştın demektir. Eğer kalbin ve ruhunla, dünyayla ahiretten birer adım,
nefsinle diğer insanlardan da birer adım uzaklaşabilirsen, Hakk’a ulaşmış
olursun. Sen, kalbin ve ruhun ile bu zahirleri terket. İşte o zaman önce
başlangıçta, sonra da sonda Hakk’a vâsıl olursun. Sen önce başla. İlk adımı at.
Onu tamamlamak, Aziz ve Celil olan Allah’a düşer. Başlamak senden, bitirmek de
Aziz ve Celil olan Allah’tan.
Öyle yatağında, yorganının altında ve kapalı kapılar
ardında miskin miskin durma. İş ara. Çalışmak istediğini söyle.
Eğer bina sağlam bir temel üzerine oturtulursa, yıkılmaz. Yerinde
karar kılar. Sağlam bir temel üzerine oturtulmadığı taktirde ise, kısa zamanda
çöker, yıkılır. Tıpkı bunun gibi, eğer sen de kendi halini dinin zahir
hükümleri üzerine oturtursan, hiç kimse ona noksanlık veremez, herhangi bir
yerinde gedik açamaz. Fakat eğer dinî hayatını onun zahir hükümleri üzerine
oturtmazsan, durumun sağlam olmaz. Dinî hayatının bir tarafında bir gedik
açılabilir. Temel çürük olduğu için, bir mertebeye de ulaşamazsın.
Allah yolunda halka hitab etme yetkisi insanlardan,
onların da salihlerinden, pek ender kişilere nasib olur. Salihlerin adeti
susmak, sükut etmek, mümkün mertebe konuşmamak, daha çok dinlemek ve tefekkür
etmektir. Gerçi konuşmakla görevlendirilenleri de vardır. Böyleleri,
istemeyerek ve her türlü meşakkatlere katlanarak konuşurlar. Bu konuşmalardan
sonra, hakikatler aşikar hale gelir. İmam-ı Ali Efendimiz, bu konularla ilgili
bazı sözlerinde şöyle der:
- Eğer perde kaldırılmış olsa, imanımdaki kesinlik ve
sarsılmazlıkta hiçbir artış olmaz. (İmanım o derece sağlam, kavi ve sarsılmaz
bir noktaya gelmiş ki, hakikatlerin önündeki perdenin kalkmasının bile imanıma
vereceği bir sağlamlık yok.)
- Görmediğim Rabbe ibadet etmem. (İbadet sırasında Rabbimi
görüyorum.)
- Kalbim bana Rabbimi gösterdi.
İlim, kâmil âlimlerin ağzından öğrenilir. Âlimlerin
meclislerinde hüsn-ü edeple oturunuz. Onlara itiraz etmeyiniz. Onların
meclislerine, ilim ve irfanlarından yararlanmak maksadıyla gidiniz. Başka
maksatlarla gitmeyiniz. Ta ki, ilimlerine siz de nail olasınız. İlim ve
irfanlarının bereketi size de gelsin. Faydaları, size de şamil olsun.
Ariflerin yanında, sükut ederek oturunuz. Zahidlerin
yanında, onlara rağbet edip ilgi göstererek oturunuz.
Arif, içinde bulunduğu her anda, Allah’a, bir önceki andan
daha yakındır. Arifin, İzzet ve Celâl sahibi Rabbine karşı beslediği huşu,
tevazu ve alçakgönüllülük, her gelen an yenilenir. O, gaipten değil, hâzırdan
korkar. Yani onun nazarında Rabbi, her an hâzır ve nâzırdır, gaib değildir.
Huşusunun artması, Rabbine olan yakınlığının artması nisbetindedir. Rabbinin
huzurunda dilsizliğinin artması, O’nu müşahedesinin artması kadardır.
Kim ki Aziz ve Celil olan Allah’ı tanırsa nefsinin,
hevasının, tabiatının, âdetinin ve bedeninin dilleri tutulur, dilsiz olur. Buna
karşılık kalbinin, özünün, halinin, makamının dilleri açılır. Onlar tutulmaz,
dilsiz olmaz. Nail olduğu nimetleri açığa vurarak konuşurlar. İşte bunun
içindir ki arifler, daha çok sükut ederek otururlar. Ta ki, kendilerinden
faydalanılabilsin. Kalplerinden fışkıran irfan şarabından içilebilsin.
Kim ki İzzet ve Celâl sahibi Allah’ı bilenlerle haşır
neşir olmayı arttırırsa, o, nefsini bilir. Rabbine karşı da daha çok mütevazi
olur. İşte bunun içindir ki, şöyle denir:
-Nefsini bilen, Rabbini bilir.
Nefs, kul ile Rabbi arasında bir perdedir. Nefsini tanıyan,
Allah’a da, yaratıklara da mütevazi davranır. Nefsini tanıyan, ondan sakınır.
Onu tanıdığı için Allah’a şükreder. Bilir ki, Allah ona nefsini, sırf
kendisinin dünya ve ahiret iyiliğini istediği için tanıtmıştır.
Arifin zahiri Allah’a şükür ile, bâtını da O’na hamd ile
meşguldür. Zahiri yükselmekte, bâtını toparlanmaktadır. Neşesi içindedir,
kederi dışındadır. Bu, sırf halini gizlemek için böyledir. Arif, müminin aksine
bir hal içindedir. Zira müminin kederi kalbinde, yani içindedir, sevinci ise yüzünde,
yani dışındadır.
Nefsini bilen, bütün hallerinde müminin aksi bir halde
bulunur. Mümin, hal sahibidir. Hal, değişikliklere uğrar. Arif ise makam
sahibidir. Makam değişikliklere uğramaz, sabittir.
Allah dostlarının mecnunluğu, tabii adetleri, nefsani ve
hevaî fiilleri terketmek ve şehvani, nefsani zevklere karşı koyar olmak
demektir. Yoksa, aklını kaybetmiş deliler anlamında mecnunlar değillerdir.
Allah’ın rahmeti üzerine olsun, Hasan Basri Hazretleri
şöyle der: “Eğer siz Allah dostlarını görmüş olsaydınız, onların deli
olduklarına hükmederdiniz. Onlar da sizi görmüş olsalardı, bir an bile Allah’a
inanmamış olduğunuza hükmederlerdi.”
Bence, iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini
yapan kişi, inzivaya çekilmiş bin abidden daha hayırlıdır. Zira abid, nefsi
kendisini helâke sürüklemesin diye inzivaya çekilmiş, böylece onunla
mücahedeyi, bir bakıma terketmiş demektir. Eğer nefsi kalbe ve öze tâbi olduğu
bir halde inzivaya çekilmişse, bu makbuldür. Zira bu durumda nefs, onlara tâbi
olur. Onların görüşünden çıkmaz. Onlarla birlik olur, aralarında fark kalmaz.
Kalp ile özün emrettiğini, nefs de emreder. Onların yasakladığını o da
yasaklar, onların seçtiğini o da seçer. Bu taktirde nefs, nefs-i mutmainne
haline gelir. Kalp, öz ve nefs, hepsi de bir gayede ve bir hedefte birleşirler.
Nefs bir mertebeye erdiği zaman, onunla mücahede gevşetilebilir.
Kur’an Yaratık Değildir
Ey ahali! Allah’ın kitabına hürmet ediniz. Onunla
edepleniniz, onunla ahlâklanınız. O, Allah ile sizin aranızda yegane vuslattır.
Allah ile sizi birbirinize bağlayan yegane bağdır.
Kur’an’ı mahlûk, yani sonradan varedilmiş bir şey
saymayınız. O, sonradan yaratılmış herhangi bir varlık değildir. Bilakis,
Allah’ın ezelî, ebedî kelâmıdır. İzzet ve Celâl sahibi Allah, Kur’an için, “Bu
benim kelâmımdır,” deyip dururken, siz, “Hayır, o senin kelâmın değildir,”
demeyin. İmam Şafii ile İmam Ahmed (b. Hanbel) şöyle derlerdi: “Kalem
mahlûktur, sonradan varolmuştur. Fakat kalemin mushaflara yazdığı, mahlûk
değildir. Kur’an’ı ezberleyen kalp, zihin, mahlûktur, sonradan varolmuştur.
Fakat ezberlenen şey, mahlûk değildir.”
Gizli Şirk (Putperestlik)
Ey oğul! Sen hiçbir şey üzerinde değilsin. Senin
müslümanlığın da sıhhatli değil. İslam, üzerine bina kurulan temelin ta
kendisidir. Senin şehadet getirmen de tam olmamış, eksik. Zira dilinle Lâ ilâhe
illallah: “Allah’tan başka ilâh yoktur” diyorsun, fakat kalbinle bunu
yalanlıyorsun. Kalbinde, içinde birçok ilâhlar var. Senin, devlet büyüklerinden
ve mahalli idarecilerden korkman, içinde birer ilâhtır. Kendi çalışmana, kendi
kazancına, kendi gücüne kuvvetine, kendi kulağına, kendi gözüne, kendi
zorbalığına güvenmen, içinde birer ilâhtır. Zararı, faydayı, bir nimete nail
olmayı, bir nimetten yoksun kalmayı insanlardan bilmen, içinde birer ilâhtır.
İnsanların çoğu, kalpleriyle, işte bu saydıklarımıza güvenirler, dayanırlar.
Fakat kendilerine sorarsan, Allah’a dayanıp güvendiklerini söylerler.
Lâ ilâhe: “Hiçbir ilâh yoktur,” dediğin zaman, bununla
toptan bir reddi (nefyi) onaylıyorsun. İllallah: “ancak Allah vardır,” dediğin
zaman ise, yine Allah için toptan bir kabulü (ispatı) onaylamış oluyorsun. Bu
durumda, her ne zaman kalbin, Hak’tan gayrı bir şeye dayanır, güvenirse; o
zaman yukarıdaki külli ispatında yalancı durumuna düşmüş, yani kendi kendini
yalanlamış oluyorsun. Kendisine dayanıp güvendiğin o şey de, senin ilâhın
oluyor. Gerçek ve fiili durum budur. Zahire itibar yoktur.
Kalbinde birçok ilâh varken, sen nasıl Lâ ilâhe illallah:
“Allah’tan başka ilâh yoktur,” diyebilirsin? Allah’tan başka güvenip dayandığın
her şey, senin putundur. Kalbinde şirk, yani ortak koşma bulunduğu müddetçe,
dilinle Kelime-i Tevhid’i söylemen sana
fayda vermez. Kalp pis oldukça, bedenin temiz olması sana yarar sağlamaz.
Tevhid ehli, şeytanını ezer. Şirk ehlini ise şeytanları
ezer. İhlas, sözlerin de, amel ve fiillerin de özüdür. Zira gerek sözler,
gerekse fiil ve ameller ihlastan, içtenlikten yoksun bulundukları an, özü
olmayan birer kabuk, birer posa haline gelirler. Kabuk ve posa ise ancak ateşte
yanmaya yarar; ateşte yandıktan sonra iş görecek hale gelir.
Ey ahali! Nefsleriniz uluhiyet (ilâh olma) iddiasında.
Fakat sizin bundan haberiniz yok. Zira nefsleriniz, Hakk’a karşı
büyükleniyorlar, kibirleniyorlar. Onlar, Allah’ın muradının gayrını istiyorlar.
Onlar Allah’ı sevmiyorlar, bilakis, O’nun düşmanı lanetlik şeytanı seviyorlar.
Allah’ın ezelde takdir ettiği kaderleri gelmeye ve vuku bulmaya başladığı
zaman, olanlara boyun eğmiyorlar, teslim olmuyorlar, sabredip tahammül
göstermiyorlar. Bilakis itiraz ediyorlar, kaderle çekişiyorlar. İslam’ın
hakikatinden onların haberi bile yok.
Senin kendisine güvenip ümit bağladığın her şey, senin
ilâhındır, mabudundur. Kendisinden korktuğun veya kendisine ümit bağladığın her
şey, senin ilâhındır, mabudundur. Esas sebep olan Allah’ı tamamen unutarak,
zararın da, faydanın da kendisinden geldiğini kabul ettiğin her şey, senin ilâhındır,
mabudundur. Fakat kısa bir süre sonra görürsün sen. Allah, kendisini bırakıp da
güvendiğin ve bağlandığın ne varsa hepsini alır.
Şu hususu iyi bil ki, bütün eşya, sadece Allah’ın hareket
ettirmesiyle hareket eder, durdurmasıyla durur. O’nun iradesi ve kuvveti
olmadan, ne duran bir şey harekete geçebilir, ne de hareket etmekte olan bir
şey durabilir. Kişi bu hususu böylece bilip kabul eltiği zaman, artık insanları ve diğer
varlıkları Allah’a ortak tanıma yükünden ve suçundan kurtulur. Allah’a şirk
koşmaz.
Melekler içinde resim, suret bulunan eve girmezlerse,
içinde bir sürü suretlerle putlar bulunan senin kalbine Allah nasıl girer?
Allah’tan gayrı her şey bir puttur. Öyleyse sen, putları kır. Evi temizle.
Ey dünyaya kulluk edenler! Ey ahirete kulluk edenler! Siz,
Allah’ı da, dünyayı da, ahireti de bilmiyorsunuz. Kiminizin putu dünya.
Kiminizinki ahiret. Kiminizinki insanlar. Kiminizinki zevkler, nefsani arzular.
Kiminizinki övülme, halktan tasvip görme, alkış toplama.
Allah dışında her şey, bir puttur. Kişi Allah’tan gayrı
neye bağlandı ve neye gönül verdiyse, o onun putudur.
Senin bütün umudun insanlar. Her şeyi onlardan bekliyor,
onlardan umuyorsun. Korkun da onlardan. Hep onlardan korkuyorsun. Bu hal,
Rabbine şirk koşmaktır, ortak tanımaktır.
Bu zaman, ahir zamandır. Bu zamanda çoğu insanların
mabudu, paradan ibarettir. Bu zaman insanlarının çoğu, Musa Aleyhisselam’ın
kavmine benzedi. Yahudilere benzedi. Onlar, altın buzağıyı kendilerine mabud
edinmişlerdi. Bu zamanın insanının altın buzağısı da paradır. Parayı kendine
mabud edinmişsin, Rab edinmişsin. Paraya tapıyorsun. Senin Allah’ın para.
Hükümdarlar, devlet büyükleri ve ikbal sahipleri, halktan
birçoğunun nazarında birer ilâhtır. Dünyevî imkânlar, zenginlikler, sıhhat,
afiyet, kuvvet ve kudret, birçok insanların nazarında birer ilâhtır. İnsanların
birçoğu, bunlara ve benzeri şeylere taparlar...
Dünya zorbalarına, zenginlerine, firavunlarına ve
hükümdarlarına saygı gösterip Allah’ı unuttuğun ve O’na saygı göstermediğin
takdirde, senin hakkındaki hüküm de, putlara tapanlar hakkındaki hüküm gibidir.
Sen de putuna saygı gösterenlerden olursun. Putlara kulluk etme, onları
yaratana kulluk et. İşte o zaman, putlar sana
boyun eğecektir.
Sen, namazda iken bile yalan söylüyorsun. Mesela namaza
dururken ve gene namaz sırasında, “Allahu Ekber” (Allah her şeyden büyüktür)
diyorsun. Böylece yalan söylemiş oluyorsun. Çünkü senin kalbinde, Allah’tan
başka bir ilâh vardır. Kendisine güvenip bağlandığın her şey, senin ilâhındır,
mabudundur. Kendisinden korktuğun ve kendisine ümit beslediğin her şey, senin
ilâhındır, taptığındır.
Kendisinde Allah’tan başka bir şey bulunduğu müddetçe,
senin kalbin için kurtuluş yoktur. Eğer sen, taşlar üzerinde Allah’a bin yıl
secde etsen, değil mi ki kalbinle O’ndan başkasına yöneliyorsun, sana bu secdeler hiçbir
fayda vermez. Mevlâsından başkasını sever oldukça, o kalp için iyi bir akibet
yoktur. Allah’tan başka her şeyi kalbinden yoketmedikçe, saadete eremez,
bahtiyar olamazsın.
Nefs
Ya İslam’ın bütün şartlarını hakkıyla yerine getir, ya da
aksi halde, “Ben müslümanım,” deme. Sen nefsinle beraber olmaya devam eltiğin
müddetçe, bu mevkiye erişemezsin. Sen, nefsinin heveslerini, arzularını ve
zevklerini kendisine vermeye devam ettiğin müddetçe onun kaydındasın, onun
ipine bağlısın. Nefsinin hakkını ver, fakat heveslerine, arzularına ve
zevklerine engel ol. Onun bekası, kendisine haklarının verilmesiyledir. Helâkı
ve mahvolması da, hazlarının, heveslerinin ve arzularının verilmesiyledir.
Nefsin hakları, ihtiyaç miktarınca yiyecek, içecek, giyecek ve meskendir.
Hazlar ise zevk aldığı şeyler ve şehvetler, heveslerdir. Onun haklarını şeriat
elinden al, yani şeriatın ölçüleri dahilinde kendisine haklarını ver.
Hazlarını, Allah’ın ilmindeki ilâhi takdire bırak. Ona daima helâl şeyler
yedir, asla haram yedirme. Aza kanaat et. Yeter ki helâl olsun. Nefsini buna
alıştır. Eğer ilâhi takdirde senin için daha fazlası varsa ve gelirse, o da
senindir.
Eğer felah, kurtuluş istersen, Rabbine itaat konusunda
nefsine muhalefet et, karşı gel. Eğer nefsin Allah’a itaate yönelirse,
muvafakat et. Allah’a karşı günah işlemeye yönelirse muhalefet et, karşı koy.
Nefsinle beraber olmaya devam ettiğin müddetçe, insanları
ve diğer varlıkları tanıyamazsın. İnsanlarla beraber olmaya devam ettiğin
müddetçe de, İzzet ve Celâl sahibi Hakk’ı tanıyamazsın.
Nefs, daima kötülüğe meyillidir. Bu onun fıtratıdır,
yaratılışıdır, tabiatıdır. Nefsle bütün hallerde mücahede et. Nefsi mücahede
ile yumuşat, erit. Zira o, eridiği ve serkeşliğini yitirdiği zaman, akl-ı
selime ve kalbe teslim olur. Sonra kalp, sırr’a, öze teslim olur. Öz de, İzzet
ve Celâl sahibi Hakk’a teslim olur. Böylece hepsinin kaynağı, oraya dayanır.
Nefsi yumuşatıp eritme işini tamamladığın zaman, sana kalbin yönünden şöyle seslenilir:
“Nefslerinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphe yok ki, Allah
ziyadesiyle merhametlidir,” (Nisa, 4:29).
Sen, nefsin boş ve bâtıl emellerini kır. İşte o zaman, o sana itaat edecek, senin
istediğin noktaya gelecektir.
Nefsini tedavi etmeye çalış. Ona de ki:
- Yaptığın iyilikler kendi lehine, kötülükler de gene
kendi aleyhinedir. İyilik de yapsan, kötülük de yapsan, sonucu kendine
dönecektir.
Nefsine karşı mücahede et. Onun kötü duygularını söküp
atmak için savaş. Ta ki doğru yolu bulana kadar.
İzzet ve Celâl sahibi Allah şöyle buyurur: “Bizim
uğrumuzda mücahede edenlere gelince, onları elbette doğru yolumuza
eriştiririz,” (Ankebut, 29:69). Ve gene, “Eğer siz Allah’ın dinine yardım
ederseniz, O da size yardım eder,” (Muhammed, 47:7).
Nefse asla genişlik verme, müsamaha gösterme. Onun
isteklerine uyma. İşte o zaman felah bulur, kurtulursun. Onun yüzüne hiçbir
zaman gülme. Bin sözünden ancak bir tanesine cevap ver. Ta ki ahlâkça
güzelleşinceye, sükunet buluncaya ve kani oluncaya kadar. Eğer senden zevklerle
ve hevaî arzularla ilgili bir şey isterse, hep ileriye at, tehir et ve
kendisine de ki:
- Heveslerini cennete sakla!
Onu, mahrumiyetin acılığına sabrettir. Ta ki lütuf ve
ihsan gelsin. Eğer onu sabrettirirsen ve o da sabrederse, Aziz ve Celil olan
Allah, onunla beraber olur. Zira, şanı yüce olan Allah şöyle buyurur: “Hiç
şüphesiz, Allah sabredenlerle beraberdir,” (Bakara, 2:153).
Nefsinin hiçbir sözünü kabul etme. Zira o, mutlaka şerre meyleder.
Onun senden yapılmasını isteyeceği şey, mutlaka şerdir. Eğer isteğine cevap
verecek olursan, cevabın mutlaka menfi olsun. Nefse muhalefet etmek, onun
düzelmesine vesile olacak bir harekettir.
Nefs ile Hak, bir arada bulunmaz. Dünya ile ahiret bir
arada bulunmaz. Kim ki nefsi ile birlikte ise, o, Cenab-ı Hak’la beraberliği
kaçırmıştır.
Sabırlı ol. Allah’ın emirleri ve yasakları doğrultusunda
hareket etmekte tahammül göster. Eğer sabrın tam ve kâmil olursa, rızan da
tamamlanır, kemâle erer. Olumsuz hareket ve davranışlardan sıyrılmışlık halin
ortaya çıkar. Senin yanında, her şey güzel olur. Her hareket ve davranış,
Allah’a şükre dönüşür. Allah’a uzaklık, yakınlığa dönüşür. Allah’a şirk koşma,
ortak tanıma halleri, tevhide dönüşür. Artık insanlardan ne zarar görürsün, ne
de fayda. Senin için zıtlıklar kalmaz. Tersine, kapılar ve yönler birleşir.
Sadece bir tek yön görürsün. Bu nokta öyle bir haldir ki, insanların büyük
çoğunluğu onu anlayamaz, idrak edemez. Diyebiliriz ki bu seviye, ancak milyonda
bir insana nasip olur. Ve son nefesine kadar devam edebilir.
Allah’ın huzurunda, bu seviyeye erişmiş olarak ölmeye
çalış. Daha ruhun bedenden çıkmadan önce, sen nefsini öldürmeye gayret et. Onu,
sabırla ve hevai isteklerine karşı gelerek öldür. Yakında, böyle hareket
etmenin faydasını ve güzelliğini göreceksin. Sabrın biter. Yani sabretme
zamanları sınırlıdır. Sabretme süresi tamamlandıktan sonra, ardından mükâfatını
toplama faslı başlar. Sabrın mükafatı bitmez.
Ben, sabrettim. Sabrın sonunun da daima güzel olduğunu
gördüm. Önce öldüm. Sonra beni diriltti. Onunla beraber oldum, onunla beraber
malik oldum. Seçim ve iradenin terki hususuda nefsimle cihad ettim, savaştım.
Sonuçta, benim için yukarıda bahsettiğim haller hasıl oldu.
Önce bana gel. Beni
ziyaret et. Sonra da Kâbe’ye git, orayı ziyaret et. Ben Kâbe’nin kapısıyım.
Bana gel, ta ki nasıl haccedeceğini sana
öğreteyim.
Sen, mânâya, muhtevaya ve öze değil, şekle rağbet ettin,
şekilciliğe ilgi gösterdin. Benim sohbetimi isteyen, kendisine söylediklerimi kabul etsin, onların
gereği ile amel etsin. Ben nasıl hareket ettiysem, o da öylece hareket etsin.
Aksi halde, benim sohbetime katılmasın: Zira bu şekilde hareket etmeyen, kârdan
çok zarar eder.
Ben bir ziyafet sofrasıyım. Fakat kimse benden bir şey
yemiyor. Kapı açık, fakat oraya kimse girmiyor. Ben size hakikatleri kaç
kereler söyledim. Fakat siz beni dinlemiyor, sözlerime kulak vermiyorsunuz. Ben
bu söylediklerimi sizin için, sizin iyiliğiniz için söylüyorum. Kendim için
söylemiyorum.
Ben ne zaman ki kalbimden dünya sevgisini çıkarıp attım,
işte o zaman bu mertebeye ulaştım. Senin tevhidin nasıl doğru olabilir? Sen
Resulullah’ın şu sözünü hiç duymadın mı ki: “Dünya sevgisi, her hatanın
başıdır.” Çıkarını sağlama ve zararları defetme evinden çıkmadıkça, senin
konuşmaya hakkın yok.
Hızla esasa gel, temele koş. Temeli sağlamladığın an,
binayı yapmaya koyul. Temelin harcı fıkıhdır (İslam hukukudur). Fıkıh dedimse
bundan maksadım, ilmihal ve fıkıh kitaplarında yazılan, bedenle ve zahirle
ilgili fıkıh değildir. Bilakis, kalp fıkhıdır. Kalp fıkhı, seni Allah’a
yaklaştırır. Zahirle ve bedenle ilgili fıkıh ise, halka yakınlaştırır,
hükümdarlara ve devlet ileri gelenlerine yakınlaştırır.
Zamanını ilim öğrenmekle geçiriyorsun, fakat
öğrendiklerinle amel etmiyorsun. Sen, Hakk’ın huzurunda susmalı, sükut etmeli
ve dilsiz olmalısın. Ta ki, ondan konuşma izni gelinceye kadar. Konuşma izni
gelince de, gene O’nun kudreti ile konuşursun, kendi kudretinle değil. Bu durumda
senin konuşman, kalplerin hastalıklarına deva, özlere şifa, akıllara da ışık
olur.
Nefsinle cihad konusunda sana yardım edenle arkadaş ol. Onun
sohbetinde bulun. Nefsinin azmasına yardım edenle arkadaş olma. Eğer cahil,
ikiyüzlü (münafık), heva ve hevesler peşinde giden bir şeyh, mürşid ile arkadaş
olur, onun sohbetinde bulunursan, o senin nefsinin azmasına yardımcı olur. Bu
tip şeyhlerin, mürşidlerin sohbeti, senin aleyhine olur.
Senin yapacağın doğru hareket, nefsinin istek ve
arzularına cevap bile vermemek, onun söyleyeceği sözlerle arana bir duvar
çekmektir: Onu, tıpkı bir deliyi dinler gibi dinle. Sözlerine asla iltifat
etme. Şehevî, bâtıl ve faydasız zevk ve arzularına kulak asma. Senin mahvolman
da, onun mahvolması da onun istek ve arzularını kabul etmendedir. Eğer onun bâtıl isteklerini
kabul eder ve
yerine getirirsen, işte o zaman her ikiniz de mahvolursunuz. Senin kurtuluşun
da, onu kurtuluşu da onun istek ve arzularına karşı gelmendedir.
Nefs Allah’a itaat ettiği zaman, onun rızkı her yandan bol
bol gelir. İsyan ettiği ve kibirlendiği zaman ise, rızka sebep olan vasıtalar
ortadan kalkar.
Siz, işin aslına yapışmalısınız. Kolayına kaçmamalısınız.
İşin esası ve zor kısmı tehlikelerle ve zahmetlerle doludur. Şu nefsi kendine
hizmetkâr yap. Onu işin esasına sevket. İşin zor yanını ve aslını yapmayı, onun
alışkanlığı haline getir. Zira o, senin kendisine ne yüklersen onu taşır, onu
yüklenir. Onun tepesinden sopayı hiç eksik etme.
Eğer sopayı eksik edersen hemen uyur. Sırtındaki yükleri
de kaldırıp yere vurur. Ona tebessüm bile etme. O, ancak sopa korkusuyla iş
gören kötü huylu bir köle gibidir. Onu hiçbir zaman doyasıya yedirme. Meğer ki,
tokluğun onu azdırmayacağını ve tokluk karşılığında çalışacağını bilmiş olasın.
Nefslerinizin üzerinden mücahede sopasını eksik etmeyiniz.
Onun hilelerine aldanmayınız. Uyur gözükmesine aldanmayınız. Yırtıcı hayvanın
uyur gözükmesine ve uyuşukluğuna aldanmayınız. Zira o, kendisini size uyur
gösterir, uyuşuk gösterir. Gerçekte ise fırsat kollamaktadır. Bunu, tabiatındaki
yırtıcılığın gereği olarak yapmaktadır.
İşte nefs de, tıpkı yırtıcı hayvanlar gibidir. Kendisini
uyur ve uyuşuk gösterir. Fırsat bulunca ise hemen harekete geçer. Bu nefs,
dışarıya karşı uysallık, alçakgönüllülük, itaat ve hayırlara muvafakat
gösterişi yapar. Halbuki içinde, bunların tamamen aksini gizlemektedir. Onun
için, onun bitirdiği ve görünürde boyun eğdiği konularda kendisine karşı gayet
dikkatli ol, sakın.
Ölmeden Evvel Ölmek
Rabbin ile aranda, sen kendin varsın. Kendini aradan
çıkar. İşte o zaman, O’nu görürsün!
Nefsine muhalefet ederek, onunla savaşarak ve onun heves
ve arzuları karşısında sağır kesilerek kendini aradan çıkar. Nefsinin
zevklerini, hevaî arzularını ve budalalıklarını asla yerine getirme. İşte o
zaman, mahviyete razı olur ve senin kalbinin yüzünden uzaklaşır. Nefs-i
emmarenin çıktığı yere nefs-i mutmainne girer. Nefs, mutmainne hale geldiği ve
hakkı kabule müsait olduğu zaman, ona daha önceki ruhtan başka bir ruh
üfürülür. Bu ruh Rububiyet ruhudur, akıl ruhudur.
İki çeşit ölüm vardır. Bunlardan biri, avam tabakasının
bildiği ölümdür. Bu, ruhun bedenden ayrılması demek olan ölümdür ki, herkesçe
bilinmektedir. Bir de havas, yani seçkinler tabakasınca bilinen bir ölüm vardır
ki, bu da hevai duyguların, nefslerin, kör tabiatların ve kötü âdet ve
alışkanlıkların ölmesi ve yokolması demektir. Bu tür ölümde kalp dirilir, hayat
bulur.
Ölmeden önce öl. Hem kendinden geç, hem de Allah’ın gayrı
şeylerden. İşte o zaman dirilir, hakiki hayata kavuşursun. O zaman, Hak ile
birlikte ebedî hayata kavuşursun. Görünüşte ölü gibi olursun, fakat kaderin eli
sende olur. Onu istediğin tarafa çevirirsin. O el, çabasız, gayretsiz olarak
nasibini alır.
Allah, kulu bütün menfi duygu ve halleri ile yokolduktan
sonra, onu yeniden yaratır. Başka bir yaratışla onu hayata iade eder. Önce
yokluk (fena) eli ile yokeder. Sonrada varlık (beka) eli ile hayata iade eder.
Nefs, Allah ile kullar arasında bir perdedir. Onları
Allah’a karşı perdeler. O ortadan kalkınca, perde de kalkmış olur. Bayezid-i
Bestami Hazretleri demiştir ki:
- Rabbimi rüyada gördüm. Dedim ki: “Sana ulaşmanın yolu nedir, Yarabbi?” Bana
cevaben buyurdu: “Nefsini bırak, gel.” Bunun üzerine ben de, tıpkı yılanın
kılıflarından sıyrılması gibi, nefsimden sıyrıldım.
Arifler, seçkinler kıyametlerini daha dünyada iken vuku
buldurmuştur, daha dünya hayatında nefslerinin tepesine kıyameti dikmişler ve
azap gelmeden önce, ağlamasını bilmişlerdir.
Sizin hiçbiriniz, “Kıyamet ne zaman kopacak?” diye bir
soru sormasın. Kıyametin kopmayacağı zannına kapılmasın. Zira unutmasın ki,
kendisi öldüğü an, kıyameti kopmuş demektir. Kim ki ölürse, onun kıyameti
kopmuştur.
Senin nefsin, sevgilindir. Sen, nefsine aşıksın. Halbuki
eğer onun, senin düşmanın ve katilin olduğunu bilseydin, mutlaka kendisine
karşı çıkar, yemesine içmesine bile engel olur, ancak ihtiyaç miktarı gıdasına
izin verirdin. Esasen ihtiyaç miktarı yiyecek, onun hakkıdır.
Nefsinle savaş. Hem de o, olumsuz ve kötü duygularıyla
birlikte ölünceye, yokoluncaya kadar. Onunla savaşıp, kötü duygularıyla
birlikte kendisini öldürdükten sonra, tekrar dirilt. Bu sefer o, fakih, âlim ve
hakikat ihtirasına ermiş olarak dirilecektir.
Kader
Kaderi bahane etmek, tembellerin dayanağıdır. Tembeller,
“Ne yapalım, kader böyle imiş,” derler ve daha çok güzel ameller işlemekten kendi
kendilerini yoksun bırakırlar. Biz Allah dostları, tembeller gibi hareket
etmeyiz. Bilakis orta, vasat yolu tutar, çalışır çabalar ve güzel ameller
işleriz. Biz, “O, şöyle dedi. Biz, şöyle dedik. Niçin? Nasıl?” gibi
tartışmalara girmeyiz. Sadece çalışır ve gayret sarfederiz.
Allah ise dilediğini işler. Nitekim, “Allah, yapacağından
mesul olmaz. İnsanlar ise yapacaklarından sorumlu tutulurlar,” (Enbiya, 21:23).
Allah’a yakın bir kapıda adın yazılmış olmakla beraber,
buna mağrur olup da kendini koyuverme. Zira hiç şüphe yok ki onu yazan, silmeye
ve yoketmeye de kâdirdir. Binayı yapan, yıkmaya da muktedirdir.
Daima taat, korku ve çekinme ayağı üzerinde ol. Ta, ölüm
gelinceye ve dünyadan ahirete, selamet ayağı üzerinde varıncaya kadar. İşte
ancak o zaman, Allah’a yakın kapı üzerinde yazılı o iyi halinin, kötü bir hale
dönmeyeceğinden emin olabilirsin.
Allah, peygamberlerine indirmiş olduğu kitaplardan birinde
şöyle buyurur:
- Ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Kim Benim
hükmüme teslimiyet gösterir, vereceğim belâlara sabreder ve nimetlerime
şükrederse, katımda onu sıddıklar topluluğundan yazarım. Kim de Benim hükmüme
teslimiyet göstermez, belâlarıma sabretmez ve nimetlerime şükretmezse,
kendisine Benden başka bir Rab arasın.
Kaza ve kadere razı olmadığın, belâlara sabretmediğin ve
nimetlere de şükretmediğin zaman, senin için Rab yoktur. Kendine Allah’tan
başka bir Rab ara. Halbuki O’ndan gayrı Rab da yok.
Sana isabet edecek olan mutlaka isabet
eder. Sen sakınmakla ondan korunamaz ve kurtulamazsın. Sana isabet etmeyecek olan da isabet etmez.
Sen kendi gayret ve çalışmanla onu kendine getiremezsin.
İçi Düzeltmek
Ey sofilere mahsus elbiselere bürünmüş kişi! O elbiseyi
önce özüne, sonra kalbine, sonra nefsine, en sonra da bedenine giydir. Zühd ve
takva özden başlar, bâtından başlar, içten başlar. Zahire doğru gider. Zahirden
başlayıp bâtına doğru gitmez.
İlk düzeltilecek şey, evin içidir. Evin içinin
düzeltilmesini tamamladığın zaman, kapısının düzeltilmesine yönelebilirsin.
Bâtınsız zahir olmaz. Yaratansız yaratılan olmaz. Ev olmadan kapı olmaz.
Önce İslam’ı olduğu gibi ve doğru olarak anla, gör. Sonra
al. İslam, istislam’dan türemedir. Bu, “kayıtsız şartsız teslimiyet ve itaat”
demektir. Kendisinde ihlas, içtenlik bulunmayan her amel, içi boş bir cevizdir,
özü bulunmayan bir kabuktur, kurumuş bir ağaçtır, ruhsuz bir cesettir, mânâ’sız
bir surettir. Bu, münafıkların amelidir.
Lafsız amel ol. Riyasız ihlas ol. Lafını edeceğine amel
işle. İnsanlara gösteriş yapacağına Allah için yap. Şirksiz tevhid ol. Sessiz zikir
ol.
Tasavvuf kelimesi, safa’dan türemedir. Yani bu kelimenin
aslı, safadır ki bu, halis, safî, temiz demektir.
Kişi Rabbini Nasıl Görebilir?
Kulun kalbi bütün fanilerden boşaldığı ve orada Allah’tan başka
hiçbir şey kalmadığı zaman, Allah dilediği şekilde kendisini ona gösterir.
Nasıl ki başkalarını zahiren gösteriyorsa, kendisini de bâtınen gösterir. Nasıl
ki Mirac gecesinde Peygamber Efendimiz’e gösterdiyse, tıpkı bunun gibi, o
kuluna da gösterir. Nasıl ki bu kul uykuda iken, gözleri kapalı olduğu halde
gördüğü rüyada kendi kendisini görüyorsa, aynen bunun gibi, Allah’ı da
görebilir. Gerçekten insan rüyada, o anda gözleri kapalı bulunduğu halde, kendi
kendisini aynen ve birçok şekillerde görebiliyor. Tıpkı bunun gibi, Allah o
kuluna öyle bir mânâ ihsan eder ki, onunla Rabbini görür. O’na yakınlığını
görür. Sıfatlarını görür. Lütuflarını, fazlını ve ihsanını görür. Hediyelerini
görür. Tecelli yerlerini görür.
Benim söylediklerimi anlamaya çalışınız. Onları arkanıza
atmayınız. Ben, hak içinde hakkı söylüyorum. Tecrübelere dayanarak konuşuyorum.
Birçoğunuz müslümanlık iddiasında. Fakat yanlarında, İslam’ın hakikatinden eser
bile yok.
Vah sizlere! Üzerinizde İslam’ın
yalnızca ismi var. Bu isim müslümanlığı size fayda vermez. İslam’ın şartlarını
sadece zahirî yönüyle işliyorsunuz, zahirî yönüyle yaşıyorsunuz. Bâtın yönüne
ise hiç girmiyorsunuz. Amelleriniz hiçbir şeye denk değildir.
İmtihan
Sınanma ve denenme, mutlaka gereklidir. Özellikle de Allah
dostluğunda iddialı olanlar için. Eğer sınav ve imtihan olmasaydı, her önüne
gelen evliyalık iddiasında bulunur, Allah dostu olduğunu söylerdi. İşte bunun
içindir ki, büyüklerden biri şöyle demiştir: “Belâ, velayete vekil tayin
edilmiştir. Ta ki, her önüne gelen evliyalık iddiasına kalkışmasın.”
Halktan gelen eza ve cefalara sabredip katlanmak ve
onların kusurlarından vazgeçmek de, evliyalığın alâmetleri cümlesindendir.
İşin kolay olduğunu sanmayınız. Sizin birçoğunuz, ihlaslı
birer mümin olduklarını iddia ederler. Halbuki onlar, gerçekte birer
münafıktırlar. Eğer imtihan olmasaydı, ihlaslı mümin olma iddiaları çoğalırdı.
Herkes, kendisinin Allah dostu olduğunu iddia ederdi.
Kim ki kendisinin hilim (yumuşaklık) sahibi olduğunu iddia
ederse, biz de onu, kendisini öfkelendirme yoluna başvurarak imtihan ederiz.
Aynı şekilde, cömertlik sahibi olduğunu iddia edeni, kendisinden bir şeyler
isteyerek imtihan ederiz. Hasılı, her kimki bir şey iddia ederse, biz de onu
iddia ettiği şeyin zıddı ile imtihan ederiz.
Kul Marifetullah’a eriştiği zaman, Allah onun kalbini
bütünüyle kendisine yaklaştırır. Vereceklerini bütünüyle verir. Onu bütünüyle
kendisine dostluk ettirir. Bütünüyle aziz kılar. Kişinin bütün bu ilâhi
lütuflara tamamen sahip olduğu bir anda, -Hz. Eyyüb’e yaptığı gibi- onları
birdenbire elinden alır. Kendisini fakir düşürür. Nefsini başına tekrar
musallat eder. Onunla arasına bir perde koyar. Bütün bunları yapmakla Allah,
kulunu denemek, nimetler elinden gidince nasıl hareket edeceğini bizzat
kendisine göstermek ister. Eğer kul, halinde sebat eder ve Allah yolundan
ayrılmazsa, perdeleri kaldırır ve daha önceleri, sırf denemek için geri aldığı
nimetleri ve ilâhi lütufları kendisine gene bahşeder.
Belâdan kaçma. Zira, sabırla karşılandığı takdirde belâ,
her hayrın esasıdır, temelidir. Peygamberliğin de, risaletin de, evliyalığın
da, marifetullah’ın da, muhabbetin de esası, belâdır. Belâlara sabredip
tahammül göstermediğin takdirde, senin için temel yok demektir. Halbuki
herhangi bir bina, ancak temel olursa ayakta durabilir.
Allah seni kendisine yakınlaştırır. Seni yedirir, içirir. Sana hakikatlerin
kapılarını açar. Seni kendi lütuf ve yakınlık sofrasına oturtur. Önüne nimetler
serer. Buna karşılık, senin de bu hayatta asla eminlik içinde bulunmamanı
ister.
Bu dünya, hüzün yeridir. Şimşek, bir parlayıştan
ibarettir. Çoğu kez, peşinden hemen yağmur gelir.
Hz. Musa ve Ateş
Musa Aleyhisselam şiddetli hüzün, keder ve darlığa
düşünce, daha önce gizli kalmış olan sarsılmaz iman ve inancı ortaya çıktı.
Gece karanlığının ve karısının çekmekte olduğu acının basmasıyla, Allah ona
alâmetlerini belli etti, gösterdi. Bunun üzerine Musa Aleyhisselam,
yanındakilere şöyle dedi:
- Siz burada durun. Ben, bir ateş gördüm, (Ta-Ha, 20:10).
Hz. Musa, şunları demek istiyordu:
- Ben bir nur, bir ışık gördüm. Benim özüm, kalbim, sırrım
ve mânâm bir ışık gördü. Ezelde hakkımda takdir edilen hüküm geldi. Hidayetim
geldi. İnsanlardan gına geldi. Bana velilik ve halifelik geldi. Bana, asıl olan
geldi. İkinci derecedeki gitti. Bana hükümdarın bizzat kendisi geldi.
Hükümdarlık ise benden gitti. Firavun korkusu benden gitti. Şimdi bu korku,
Firavun’a geçti. Artık o korksun.
Hz. Musa, aile efradına bunları söyledikten sonra, onlara
veda etti. Onları Rabbine teslim ederek, bir nur olarak gördüğü ilâhi tecelliye
doğru yola çıktı...
İşte, mümin de böyledir. Allah onu kendisine
yakınlaştırdığı ve zatına yakınlık kapısına çağırdığı zaman, onun kalbi sağa,
sola, öne, arkaya bakar ve Allah’a giden yönden başka bütün yönlerin kapalı
olduğunu görür. Bunun üzerine nefsine, hevasına, uzuvlarına, âdetine, aile
fertlerine ve daha ilgisi bulunan neler varsa, hepsine hitaben şöyle der:
Ben, kalbin nurunu gördüm. Onunla dostluk peydah ettim. O,
Aziz ve Celil olan Rabbimden geliyor. İşte ben hemen ona gidiyorum. Eğer dönmek
mümkün olursa, size gelirim.
Bunları söyledikten sonra dünyaya ve ondakilere, bütün
sebeplere, bütün heva ve heveslere veda eder. Bütün varlıklara veda eder.
Sonradan varolan, yani ezelî ve ebedî olan Allah’ın dışındaki her şeye veda
eder. Ve Yaratan’a gitmek üzere yola çıkar. Şüphesiz Allah, onun aile
fertlerinin ihtiyaçlarını karşılar. Kendilerine yardım eder. Bütün sebepleri,
onların ihtiyaçlarının karşılanması için vesile kılar.
Bu iş, gündüz oruç tutup gece namaz kılmakla olmaz. Nefs,
heva, kötü tabiat, cehalet ve kalpte Allah’tan gayrı şeylerin sevgisi
varoldukça, sırf kaba elbiseler giymek ve değersiz yemekler yemekle olmaz.
Bunlarla hiçbir şey olmaz.
Sır, sırrın sırrıdır. Musa Aleyhisselam, Sina Dağı
tarafında bir ateş görünce, aile fertlerini hemen o anda, bulunduğu yerde
bıraktı. O, ne görmüştü? Kafa gözü bir ateş, kalp gözü de bir nur görmüştü.
Kafa gözü bir fani görmüş, Kalp gözü ise Hakk’ı görmüştü. Şanı yüce olan Allah,
Hz. Musa’nın kalbinin ağacından ışıldayan bir ateşi, onun nefsine, hevasına,
sebeplere ve maddi varlığına göstermişti.
Yağmur ve Toprak
Yüce Allah şöyle buyurur:
“Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri Bizim nezdimizde
bulunmasın. Biz onları belli bir miktar dışında indirmeyiz,” (Hicr, 15:21).
Yağmur, gökten yere iner. Sonra, ondan da bitkiler biter.
Bizim bahsettiğimiz bu hususlar da gene gökten iner. Fakat arza, yere değil,
kalplerin toprağına iner. İnen bu ilâhi nefhalar ve tecelliler sonucunda
kalpler titrer, ürperir. Herbirinde bir hayır biter, çimlenir. Sırlar çimlenir,
hikmetler çimlenir, Tevhid çimlenir. Allah’a yakınlık çimlenir. O zaman bu
kalpte yemyeşil ağaçlar bulunur, meyvalar bulunur. O zaman bu kalp, insanların,
cinlerin, meleklerin, ruhların toplanma yeri olur, içtima yeri olur.
Hz. Yusuf
Yusuf Aleyhisselam, kardeşleri tarafından kuyuya
atılmıştı. Daha sonraları da zindana düşmüştü. Bütün bu sıkıntılara katlandı.
Sonunda hepsinden kurtulup düze çıkınca ve her şey elinin altına gelince,
kardeşlerine şöyle dedi:
- Bütün aile efradınızı bana getirin, (Yusuf,12:93).
O, bu sözleri, başına zenginlik ve devlet kuşu konunca ve
sıkıntılar gidip ferahlık, genişlik gelince söyledi. Daha önceleri ise, içine
atıldığı kuyuda ve zindanda bir dilsiz idi. Oradan kurtulunca açık ve seçik
olarak konuşmaya başladı.
Hz. İbrahim
İbrahim Aleyhisselam, ateşe atılmak üzere mancınığa
konduğu zaman, bütün fani vasıta ve yardımcılardan sıyrıldı. Rabbinin dışında
hiçbir şeye meyil vermedi, gönül bağlamadı. İşte bunun içindir ki, o anda
Allah, ateşe şöyle emir verdi:
- Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol, (Enbiya,
21:69).
Kul, Rabbini tevhid ettiği ve Allah için tam bir ihlas
sahibi olduğu zaman, bazen O’nun yarattığı bir varlık olarak Tekvin (kevnetme,
yaratma) sıfatının çerçevesine girer. Bazen de Tekvin sıfatı, kendi yetkisine
verilir. Bütün bunlar, Allah kullarının seçkinleri (havas) içindir.
Cennete giren herkes, bir şey için “Ol” diyebilir, o da
olur. Bu, Allah’ın Tekvin sıfatının kul tarafından kullanılması demektir. Bu,
yarın değil, bugün olabilen bir husustur.
Kıtmir
Allah dostları, nefslerini erittiler. Öyle ki, mânen
öldüler, yokluğa erdiler. Kader denilen ölü yıkayıcısı da onları bir sağ
yanlarına, bir sol yanlarına döndürüyor. Ashab-ı Kehf’in Kıtmir’i misali,
köpekleri de iki ön ayaklarını ileri doğru uzatmış, yatıyor. Nefsin
kalıntıları, kader eşiğinin altına serilmiş, yatıyor. Yani onların nefslerinin
kalıntıları, kader karşısında hareketsiz duruyor.
İlim
İlim, amel içindir. Yoksa sırf ezberlemek ve insanlara
anlatmak için değildir.
Önce öğren ve öğrendiğinle amel et. Sonra da başkasına
öğret. Önce öğrenir, sonra da öğretirsen, sendeki ilim konuşur. Sen sussan ve
konuşmasan bile, ilim, amel diliyle konuşur. Yani ilminle işlediğin amel, ilmin
amel olarak konuşması demektir.
Sen, önce zahir ilmini öğren, sonra da zahir ilminden
bâtın ilmine atla. Sen, önce şu zahir ilmi ile amel et, zahir ilmini tatbik et.
Ta ki onunla yaptığın amel, seni yapmadığın şeyin ilmine götürsün.
Sen zahir ilmi ile amel et ki, o, seni bâtın ilmine ve
bâtın ameline götürsün. Şu zahir ilmi, zahirin ışığıdır. Bâtın ilmi de bâtının
ışığıdır. Bâtın ilmi, Rabbinle senin aranda bir ışıktır. Her ne zamanki ilminle
amel edersen, yolun Allah’a yaklaşır.
Peygamber Efendimiz şöyle buyururlar:
- Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.
Âlimler, peygamberlerin ilimleri ile amel edince, onların
halifeleri, vârisleri ve naibleri, vekilleri olurlar.
İlim kışırdır, kabuktur. Amel ise özdür, usaredir. Kabuk,
özün muhafazası için korunur. Öz, tohum ise, kendisinden yağ çıkarmak için korunur.
Kabuğun içinde öz bulunmayınca, o ne yapılır ki? Özün yağı bulunmadıktan sonra,
o neye yarar ki? İlim gitmiş, ziyan olmuştur. Çünkü ilimle amel edilmeyince,
yani amel gidince, hiç şüphe yok ki ilim de gider. Bunun için Peygamber
Efendimiz, şöyle buyurmuşlardır:
- İlim, kendisiyle amel edilmesi için çağrıda bulunur.
Eğer kendisiyle amel edilirse, ne âlâ. Aksi halde, ilim geçer, gider.
Amel
Benim söylediklerimle amel etmeyen, onları anlayamaz.
Ancak amel ederse anlar.
Çalış. İleri atıl. Ara. Zira hiçbir şey, sana kendiliğinden gelmez. Nasıl ki, rızık
elde etme hususunda külfete katlanıyorsan, aynen bunun gibi, salih ameller
işlemek için de külfete katlanman gerekir.
Senin amellerinin suret ve şekli değil, bilakis mânâsı
makbul ve muteberdir. Amellerde esas olan şekil ve suret değil, tersine mânâ ve
ruhtur.
Akıllı kişiler olunuz. Akıllı kişiler gibi hareket ediniz.
Siz, amellerinizle Allah’a karşı âdeta övünüyorsunuz. Halbuki Allah’ın
nazarında sizin o amellerinizin bir sinek kanadı kadar değeri yoktur. Meğer ki
gerek halvet, yalnızlık anlarınızda ve gerekse bütün diğer hallerinizde Allah’a
karşı hep ihlasla, içtenlikle hareket etmiş olasınız.
Hiç tükenmeyen hazine sıdktır, doğruluktur, ihlastır,
İzzet ve Celâl sahibi Allah’tan korkmaktır, yalnız ve ancak O’ndan ummak ve her
ahvalde O’na dönüp, O’na teslim olmaktır.
Unutma ki, ilim ve bir de bilmediğin hususlarda
teslimiyet, İslam’ın ta kendisidir.
İnsanlarla, hem ilme, hem amele, hem de ihlasa sahip bir
dille konuş. Amelsiz, sadece ilme sahip bir dille konuşma. Zira böyle bir dil
ne sana fayda
verir, ne de yanındakilere.
Amelsiz ilmin bereketi gider. Kendisi ise senin aleyhinde
delil olarak ortada kalır. İlmine meftun bir âlim olursun. İlmin ağacı senin
yanında kalır, meyvası ise yok olur gider. Çünkü onun meyvası ameldir. İlminle
amil olmayınca, meyva yok demektir.
Allah’tan, kendi huzurunda senin için bir hal ve makamı
nasip etmesini iste. Eğer sana
bu makamı nasip ederse, bu sefer de onu gizlemeyi iste. Zira Allah ile arandaki
bir şeyi açığa vurmaktan hoşlanman, senin mahvolmana sebep olur.
Neticesinden emin olmadıkça ve Allah’tan kalbine kesin bir
işaret gelmedikçe konuşma, bir cümle bile sarfetme. Düşün bir kere: Eğer evinde
yiyecek bir şeyler hazırlamamışsan, bir kısım insanları orada yemeğe nasıl davet
edebilirsin? Nasıl ki bir bina inşa edileceği zaman önce temele ihtiyaç varsa
ve bina ancak temelin üzerinde yükselebiliyorsa, tıpkı bunun gibi, Allah
dostları kervanına katılabilmek için de önce bir temele ihtiyaç vardır.
Önce kalp arazini kaz. Ta, ondan hikmet suyu fışkırıncaya
kadar. Sonra ihlas, mücahede ve salih amellerle binayı yap. Ta, köşkün
yükselinceye kadar. İşte bundan sonra da insanları oraya çağır, davet et.
Allahım; bizim amellerimizin ruhsuz cesetlerini Senin
ihlasının ruhu ile ihya et, dirilt.
Halk senin kalbinin içinde olduktan sonra, onlardan ayrı
kalmak ve halvete çekilmek sana
ne fayda verir ki?
Uzuvların ilacı, onların günah işlemesine engel olmaktır.
Uzuvlarının günah işlemesine meydan bırakmayan kişi, onların devasını vermiş demektir.
Mesela sen, elini haramdan, başkalarının hakkına uzanmaktan, başkalarına zulüm
ve haksızlık etmekten alıkoyarsan, işte o zaman onun devasını vermiş olursun.
Fakirlere Sadaka
Bir şey istemek üzere sana başvuran fakirleri önce araştır.
İhtiyacı olmadığı halde fakirlik gösterişi yapan yalancı, düzenbaz, münafık
birisinin hile ile senden bir şey almasına fırsat vermemeye çalış. İhtiyaç
içinde olmadığı halde, ağlayıp sızlanarak yardım dilenen böyleleri, sonra
gerçek fakirlere yapılacak yardımlara da engel olurlar. Fakirlik gösterişi
yapan bu tip insanlardan birisi senden bir şey istediği zaman, önce bir an dur.
Kalbine danış. Belki de o, ihtiyacı olmayan, zengin birisidir. Zihnini şöyle
bir topla. Kalbine danış. Fetvacılar fetva vermiş bulunsa bile, sen gene de
kalbine danış.
Paylaşmak
Şu senin elindekiler, senin değildir. Tersine,
müşterektir, ortaktır. Komşuların senin ortaklarındır. Onlara ikramlarda
bulunmalı, elindeki imkânlardan onları da yararlandırmalısın.
Allah’ın size verdiği rızıklardan, O’na vekaleten siz de
muhtaçlara verin. Yedirin, içirin. Allah size birçok nimetler veriyor. Sizin bu
nimetler karşısında nasıl hareket edeceğinizi ve ne gibi ameller yapacağınızı,
bizzat sizlere göstermek istiyor.
Çalışmak
Sana hiçbir şey kendiliğinden gelmez.
Senin mutlaka çalışman, çaba ve gayret göstermen gerekir.
Takdir-i ilâhi budur deyip oturmak ve iman ve ibadet
yolunda çalışmamak caiz değildir. Bilakis; çalışmak, hamle yapmak ve
takdirdekini elde edebilmek için uğraşmak, didinmek ve gayret sarfetmek
gerekir. Belki de Allah, hiçbir uğraşmaya ve didinmeye lüzum kalmadan o imanı
bize bahşedecektir. Ancak, ne olursa olsun, imanı ve bilgiye dayanan sarsılmaz
inancı elde edebilmek için, bizim mutlak surette çalışmamız gereklidir.
Hiç şüphe yok ki, çalışmadan eline bir şey geçmez.
Helâl rızkını elde etmek için çalışmadın, didinmedin,
gayret göstermedin. Allah yolunda mücahede et. Miskin miskin oturma.
Çalışmadan, yorulmadan ve emek sarfetmeden hazıra konmayı düşünme.
Sen işe başla. Çalışmaya koyul. Senden başkası gelir,
meşgaleni tamamlar.
Allah Korkusu ve Sevgisi
Cennet ve cehennemi yaratmamış olsa bile, İzzet ve Celâl
sahibi Allah, korkulmaya ve ümit beslenmeye lâyıktır. Sırf zatını ve rızasını
taleb ederek O’na itaat ediniz. Üzerinizde ne O’nun lütuf ve ihsanının
düşüncesi bulunsun, ne de azabının endişesi. O’na kulluk; emirlerine boyun
eğmek, yasaklarından kaçınmak ve takdirlerine karşı sabırlı olmakla mümkündür.
O’na dönünüz. Bir daha işlememek üzere günahlarınıza tövbe ediniz. O’nun
huzurunda ağlayınız. Hem gözlerinizin yaşları, hem de kalp gözlerinizin yaşları
ile O’nun için tevazu gösteriniz. O’nun huzurunda kendinizi hakir görünüz.
Ağlamak, bir ibadettir. Ağlamak, tevazuda mübalağa demektir.
Sana dünyada da, ahirette de O’nun
muhabbeti gerek. O’nun sevgisi gerek. O’nun muhabbetini kendin için en mühim
şey addet. Muhabbet, yani Allah sevgisi, sana
behemehal lâzım. Sana
faydası dokunacak yegane şey odur. Her insan, seni gene kendisi için, kendi
menfaati için arar, ister. İzzet ve Celâl sahibi Hak ise seni bizzat senin için
murad eder, senin için taleb eder.
Kimin ki umudu korkusuna galip ise, o zındık olur. Kimin
de korkusu umuduna galip ise, o da Allah’ın rahmetinden ümit kesmiş duruma
(kâfirliğe) düşer. Yani mümin, aynı derecede hem Allah’tan korkmalı, hem de
onun rahmetine umut bağlamalıdır. Peygamber Efendimiz şöyle buyururlar: “Eğer
müminin Allah korkusu ile, O’nun rahmetine olan ümidi tartılsa, ikisi birbirine
denk gelir.”
Hakk’a talip olan kimse, O’nun cennetini istemez.
Cehenneminden korkmaz. Bilakis, sadece O’nun cemâlini ister, O’na kavuşmayı
diler. O’ndan, sadece yakınlığını bekler. O’ndan uzak kalmaktan ise korkar,
endişe eder.
Kul, dünyanın, ahiretin ve Allah’tan başka bütün
varlıkların sevgisini silip attığı ve kalbi, Allah’ın lütuf, minnet ve yakınlık
evinde karar kıldığı zaman, Allah onu her çeşit rızık kazanç ve endişesinden
muaf kılar. Kalbini böyle şeylerle meşgul olmaktan kurtarır. Allah onu
kendisinden başka hiçbir kimseye muhtaç etmez.
Hakk’ı Görmek
Kim Allah’ı seven birisini görürse, o, kalbi ile Allah’ı
gören ve özü ile de O’nun huzurunda olan kişiyi görmüş demektir. Peygamber
Efendimiz, şöyle buyururlar:
- Siz Rabbinizi, tıpkı güneşi ve ay’ı gördüğünüz gibi
göreceksiniz. Öyle ki, O’nu görmede hiçbir noksanlığınız olmayacak. O’nu net ve
açık şekilde göreceksiniz.
Şanı yüce olan Allah, bu dünyada kalp gözü ile görülür.
Yarın ahirette ise, kafa gözü ile görülür. O’nun benzeri bir şey yoktur.
Bir defasında, salihlerden birine soruldu:
- Rabbini görebiliyor musun?
Salih kişi, buna cevaben dedi ki:
- O’nu görmesem, yerimde duramam.
Soranlar dediler:
- Nasıl görüyorsun?
Salih cevap erdi:
- O’nun varlığı gözlerimi kaplar. Böylece gözlerim,
Rabbimi görür. Tıpkı cennette kullara kendisini göstereceği gibi, burada da
gösterir. Kişinin kalbi, Rabbinin sıfatlarını görür. İhsanını görür. İyiliğini
görür, rahmetini görür, bereketini görür.
Peygamber Efendimiz, yedinci kat göklere yükseltildi.
Rabbi onunla konuştu. O da Rabbini hem kafa gözüyle, hem de kalp gözüyle gördü.
İşte kalbi, mânevi ve ahlâki sağlığa kavuşan herkes,
böyledir. Bu mertebeye gelmiş herkesin kalbi, Rabbini görebilir. Böyle
hallerde, onunla gökler arasındaki perdeler kalkar. Özler ve gayretler,
geceleyin yolculuk eder. İlâhi sırları seyreder.
Arif
Allah’ı tanıyan kişiye en zor gelen şey, insanlarla
konuşmak, onlarla birlikte bulunmaktır. İşte bunun içindir ki, bin arif
arasından ancak birisi, insanlar içinde konuşabilir. Ne var ki bu bir kişi de,
peygamberlerin sahip oldukları güç ve kuvvete muhtaçtır. Nasıl muhtaç olmasın
ki? O, her sınıf insanla karşılaşmak ve bir arada olmak durumundadır. O, aklı
erenle de, ermeyenle de; düşünebilenle de, düşünmeyenle de hemhal olur. Kâh bir
münafıkla, kâh bir müminle bir arada oturur. Arif, büyük zahmet ve
meşakkatlerle karşı karşıyadır. Hoşlanmadığı çirkin şeylere de sabreder,
tahammül gösterir. Bununla beraber o, içinde bulunduğu sıkıntı, meşakkat ve
tehlikeler karşısında mânevi koruma altına alınır. Çünkü o, hakkı söylemekle
vazifeli kılınmıştır.
Arif kişi, ahirete hitaben şöyle der: “Ey ahiret tasası,
benden uzak ol. Çünkü ben, Hakk’ın kapısına talibim. Benim nazarımda senin de,
dünyanın da birbirinizden farkınız yok. Dünya beni senden alıkoyuyor, sen de
Rabbimden alıkoyuyorsun. Beni Rabbimden alıkoyan hiçbir şeyde, bence hayır
yoktur.”
Arifin ahirete hitaben söylediği bu sözlere iyi kulak
veriniz. Zira bu sözler, Allah’ı bilmenin özüdür. Allah’ın, mahlûkattaki
iradesinin özüdür. Bu, aynı zamanda peygamberlerin, resullerin, evliyanın ve
salihlerin de halidir.
İnsanların herbiri bir şeyle meşguldür. Kimisi mevkiinin
ve parasının kuludur. Kimisi devlet ileri gelenlerinin kuludur. Kimisi
nefsinin, giyim kuşamının kuludur.
Gene insanların herbiri, bir şeyle meşguldür ve bir şeyine
güvenmektedir. Kimisi oruç tutmaktadır ve orucuna güvenmektedir. Kimisi çok
namaz kılmakla meşguldür ve namazına güvenmektedir, vs.
Bütün bunlardan başka öyle kişiler de vardır ki, kalbi
Allah için çarpar. Allah ile beraberdir. Allah’a bağlıdır. Fanilere asla
bağlanmaz. Allah’ın dininin ayakta durması için çalışır.
Dünya hayatı, bir bakıma müminin zindanıdır. Mümin olarak
kaldıkça, dünya onun zindanıdır. Fakat takva hali devam ettikçe, Allah onu
oradan çıkarır. Zindanından, darlıktan çıkarır, ferahlığa kavuşturur.
Müminin beden yumurtasının kabuğu çatlar. Başka bir şekle
inkılab eder, dönüşür. Bu suretle o, hikmet tanelerini toplar. Allah onun
göğsüne, kendisine yakınlık kanatlarını takar. Artık o, yemek tabaklarının
sahibidir. Sofranın sahibidir.
Sen uykudasın. Resulullah Efendimiz şöyle buyururlar:
- İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar.
Ancak ölümden sonra uyanabilen kişinin hali, ne kötüdür!
Mürşid
Kimin ki, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’e
bağlılığı gerçekten sabit olursa, Allah Resulü ona bir zırh giydirir, başına
bir miğfer çeker, kendi kılıcını kuşatır. Kendi edep ve terbiyesinden, kendi
şemailinden, kendi ahlâkından ona bir şeyler tahsis eder. Kendi elbiselerinden
bazılarını ona bizzat giydirir. Daha sonra da, ümmeti içinde onu kendisine
vekil, rehber ve ümmetini Allah yoluna davetçi yapar. Böylece o da, Allah
Resulüne vekaleten, Muhammed ümmetinin içinde, Allah’a götüren kılavuz ve
davetçi olur.
Kalbini bir mescit yap. Orada, Allah’tan başka hiçbir şeye
yer verme. Nitekim Allah, şöyle buyurur:
- Hakikatte mescitler, Allah’ındır. Onun için, Allah ile
birlikte hiçbir şeye tapmayın, (Cin, 72:18).
Kalbini bir mescit yaptığı ve orada Allah’tan başka hiçbir
şeye yer vermediği zaman, bir kulun derecesi yükselir. İslam’dan imana, imandan
sarsılmaz bilgi ve inanca, oradan marifete, marifetten ilme, ilimden muhabbete,
muhabbetten mahbubiyete yükselir. Daha sonra ise, talep eden ve arayan durumundan, talep olunan ve
aranan durumuna yükselir. Kalp aynası saflaşmış, temizlenmiştir. Peygamberinin
daimi uyanıklık haline vâris olmuştur. Zira Allah Resulünün gözleri uyurdu,
fakat kalbi asla uyumazdı. Önünü gördüğü gibi, arkasını da görürdü.
Her insanın uyanıklığı kendi halincedir. Hiçbir kimse,
Resulullah Efendimizin uyanıklığı seviyesine erişemez. Gene hiçbir kimse, Allah
Resulünün hususiyetlerine denk hususiyet sahibi olmaya muktedir olamaz. Şu var
ki, onun ümmetinin abdalları ile velileri, ondan kalan yiyeceklerle içeceklerin
üzerine gelirler.
Mürid’e behemehal bir kılavuz, bir rehber lâzımdır. Zira o
öyle bir çöldedir ki, orada akrepler, yılanlar, âfetler vardır. Susuzluk
vardır. Yırtıcı, vahşi hayvanlar vardır. İşte kılavuz, onu bu âfetlerden korur.
Su bulunan yerleri gösterir. Meyvalı ağaçların bulunduğu bölgelere götürür.
Halbuki tek başına, kılavuzsuz olduğu takdirde, yırtıcı hayvanların,
akreplerin, yılanların, âfetlerin bulunduğu bölgelere düşer. Perişan olur,
mahvolur.
Allah yolunda bir rehber bulduğun an, ona hemen yapış. Hiç
şüphe yok ki, mânâ onun dışında değildir, içindedir. Onun çevrendeki bütün
diğer insanlardan daha faziletli ve üstün bil. Her yönüyle mürşidine bağlı ol.
Ey gerçeklerden kaçan kişi! Bana yılda bir defa, ayda bir
defa yahut haftada bir defa uğramazsın. Gel. Haftada, yahut ayda, yahut yılda
bir defa olsun bana uğra. Hem de bomboş olarak. Sakın bir şey istediğimi sanma.
Bir şey getirme. Gel. Benim meclisimden alacağını, karşılıksız olarak al. Bugün
benden aldığın bir şey, yarın milyon olur.
Ben senin yükünü yükleniyorum. Sen sanıyorsun ki, buna
karşılık ben de yükümü sana
yükleyeceğim. Hayır, öyle değil. Sana
hiçbir şey yüklemeyeceğim. Aziz ve Celil olan Allah bana yeter.
Benden bir kelime öğrenmek için, bin senelik mesafede
olsan bile gelmelisin. Kaldı ki, aramızda sadece birkaç adımlık bir uzaklık
var.
Abdülkadir Geylani Hazretleri
Fethü’r Rabbani’den
Allah-ü Taala’ya ve Hz. Rasulallah’a iman eden şu üç şeyi
yapmakla vazifelidir.
1- Allah’ın emirlerini tutmak....
2- Yasak ettiği şeyleri yapmamak...
3- kimsenin elindekine göz dikmemek,
doğru çalışmak, haline razı olmak....
İnsan, hayatı boyunca, emir, yasak
ve kader çizgisi içindedir. Hiçbir zaman bunların dışına
çıkamaz. Dışını Hakkın emirlerine uydurduktan
sonra, iç alemi için 3 vazife başlar.
1-
İnsan öz varlığı olan kalbine, iç alemine dönmeli...
2- Ruh,
iyilik taraftarı olarak, kötülüğe meyilli duran nefsini
muhasebe etmeli...
3-
Böylece bütün gidişatını, yolunu Allah yolunun hakiki
yolcularına uydurmalıdır...
Allah’ın ve Hz. Rasulallah’ın
emirlerine uyun; şahsi arzularınıza ve hissiyatınıza
mağlup olarak bid’at yoluna sapmayın ! İtaat edin; türlü
ve bozuk yollara ayrılmayın!... Allah’ı tevhid edin; hiçbir
zaman şirk koşmayın!... Hakkı tenzih edin; itham etmeyin...
Doğruluk karşısında şüpheye düşmeyin; tasdik
edin. Hep birden kardeş olun, aranıza düşmanlık
sokmayın. Doğruluktan nefret etmeyin, daima Hak yolu ve
yolcularını arayın, usanmayın... Sonuna kadar
çalışın; bekleyin ümitsizliğe düşmeyin... Daima
doğru yolda toplanın, sevişin aranıza sevimsizlik girmesin...
Yaptığınız kötülükleri bırakın; tövbe edin; bir
defa yaptığınız hatayı ikinci defa yapmayın!..
İçinizi dışınızı temiz tutun. Uğursuz,
çıkmaz, karanlık bataklıklara düşmeyin...
Rabbınızın taatı ile ruhunuzu bezeyin. O’nun
kapısından ayrılmayın. Ondan yüz çevirmeyin. Tövbenizi
bozmayın... Gece gündüz Allah’a yalvarmaktan bıkmayın. Çünkü
rahmet kapıları ancak bu yolda açılır. Hakiki saadeti
buyolda bulmanız mümkündür. Şu bataklık aleminden ulvi ruhani aleme
bu yoldan gitmeniz mümkündür. Hak’ka vuslat bu yoldadır. Rahat, huzur ve
selamet evine buradan girilir. Öyle bir selamet evi ki, her çeşit binek
orada, gözün görmediği her türlü hoşluk oradadır... Bu
nimetlerden bıkmaz, usanmaz, bol bol yer içersiniz. O yerde sizin arkadaşlarınız
Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihler olur.. Allah
cümlemize nasib etsin...
İnsan,
başına bir iş gelirse... Önce, kendi kendine kurtulmaya
çalışır... Muvaffak olamayınca, etraftan yardım
istemeğe koyulur...
Padişahlara
gider; rütbe sahiplerine yalvarır. Zenginlere koşar... Hal
sahiplerine gider; dua ister, himmet ister... Eğer hasta ise doktora gider, şifa
arar. Bununla da kurtulamayacağını anlayınca, Allah’a
döner.
Eğer kendi işini yapabilseydi, halka
dönmeyecekti... İşini halkta bitirebilseydi, Hak’ka dönmezdi. Burada
da arzusu biraz geç kalmağa başlar; fakat gidecek başka yeri
kalmamıştır... Durur yalvarmağa başlar... Dua eder;
sena eder. İhtiyaçlarını teker teker sayar, yalvarır...
Bunları yaparken bir yandan da reddolunmaktan korkar; bir yandan da,
isteği yerine geleceğini ümit ederek sevinir...
Son, bu halden de
usanır; yaptığı dua ve niyazın işe
yaramadığını zanneder... Bu kerre dua da dahil her
şeyi bırakır... Saf, temiz bir halde beklemeğe
başlar... Bu kez kader-i İlahi (Allah’ın emri) ne ise o zuhura
gelir... Olacak olur... Herşeyde Allah’ın kudretini, kuvvetini sezer.
Hareket, sükun... her ne varsa, ondan olduğunu anlar. Hayır,
şer, iyilik, kötülük, vermek, almak, genişlik, darlık, ölmek,
dirilmek, izzet, zillet, bunların hepsinin Hak’tan geldiğini mana
gözü ile görür...
Bu halleri görür... Ve
bu haliyle süt anasının elindeki çocuk gibi olur...
Yıkayıcı elindeki meyyite benzer; kendinden bihaber... Onlar
istediğini yapar... Velhasıl, bir top gibi olur, gayri ihtiyari
sağa sola yuvarlanır... Bukalemun gibi renkten renge geçer. Ne
kendisi için, ne de başkası için hiçbir hareket yapmaz... Hakkın
işinden başka şey görmez. Gözü O’ nu görür, kulağı
O’nu işitir. Başka şey görse veya işitse, O’nun için görür
veya O’nun için işitir. O’nun nimeti ile beslenir ve O’na yakın
olmakla ferahlar... Bu halle
güzelleşir... Bununla hoş olur... Sakinleşir...
Her halde Hak’la
mutmain olur. O’nun sözü ile ünsiyet peyda eder. O’ndan başka her
şeyden çekinir ve hoşlanmaz... Daima O’nun zikrine koşar... Ve
öylece kalmak ister. Bu halde kendinde yükseklik duyar. Kuvvetini Hak’tan
alır. O’na tevekkül eder. Yolunu O’nun marifet nuru ile bulur. Onunla
giyer, Onunla kuşanır. Böylece Hak’kın çeşitli ilimlerini
öğrenir. O’nun kudreti ile şereflenir. O’ndan işitir. O’na
yaklaşır. Dua eder, hamd eder. Öylece kalır...
Halkın
malına göz dikmez, onların elindekinden kendini mustağni
kılarsan, kötü isteklerin ölmeğe başlar. Böyle olunca sende
hiçbir kötülüğe karşı meyil kalmaz. Bunlar hep Allah’ın
yardımı ile olur. Bu inayet ve yardım sayesinde öyle bir hayata
kavuşursun ki ondan sonar ölüm yoktur. Bundan bulacağın
zenginlik tükenmez; verilen alınmaz... Rahatın bozulmaz... Hiçbir
sevdiğinden mahrum olmazsın. Öğrendiğini unutmaz, sonundan
korkmazsın...
Bu yeni varlıkla
bambaşka bir aleme geçersin; saadeti bitmez tükenmez...
Sultanlığın bir türlü sonu gelmez. Yüksekliği bir türlü
nihayete ermez. Burada yalnız tazim olunur, tahkir olunmaz.
Çünkü sende artık
bir meniyet vardır. Ve doğruluk zatında mevcuttur. Söylediğin
Hak, yaptığın doğrudur. Sen artık eşsiz bir
cevher haline gelmişsin. Tekle tek, birle bir olmuşsun. Gizlinin
gizlisi, sırrın sırrı oldun; yetmez mi?
Bu hal ve bu alemde
sen, peygamberlerin vekilisin demektir. Velayet sırrı sende biter.
Ebdallar –velilerden bir kısım- şekline bürünür. Her dert
seninle biter. Her ihtiyaç seninle görülür. Yağmur arzunla yağar.
Bitkiler sevginle biter... Yeşerir... İster sultan, isterse çoban,
ister imam ister cemaat hepsinin belasını def edersin...
Sen bundan böyle ibadın
ve biladın amirisin; eller sana
yardıma gelir... Ayaklar sana
hediyeler taşır. Diller seni övmeğe başlar. Bunlar
Allah’ın izni ile olur. İki kişi dahi, aleyhinde söylenecek tek
kelime bulamaz...
Ey bunca in’am ve
ihsan yapan Allah, bunlar hep senin vergilerindir. İkramındır. –
Allah büyük ihsan sahibidir-
tuzağı,
öldürücü zehirleri ile düşkünlerine verilmiştir. Gafletle
Dünyayı, zahirdeki güzelliği ile görürsen aldanma... O, hilesi,
dokunanı derhal öldürür. Onda sadakat, onda vefa diye bir şey
yoktur. Ona iyi gözle bakıp hoşlanma; şöyle ol: Sahrada bir adam
çırılçıplak kazayı-hacete oturmuş. Hem edep yri
görünüyor, hem de koku geliyor. Sen mecbursun; hem burnunu tutacak, hem de
gözünü kapayacaksın. İşte dünyanın hali. Ondan kurtulmak
için hem gözünü kapa, hem de burnunu tut...
Dünyaya ihtiyacın
kadar bağlan! kalpten sevme; Nesibin ne ise gelir üzülme..!
Halkı
Allah’ın izni ile bırak, yine O’nun emri ile arzularından geç. Bir
ayet-i Kerimede şöyle buyrulur:
- “ Eğer inanıyorsanız, Allah’a
güvenin....”
Kendini Allah’ın
fiiline, iradesine terket. Saydıklarımızı yaparsan, ilahi
emirlere bir kab olursun.
Halkı bırakmak; onların elinde
hiçbir iyilik veya kötülük olmadığına ve olamayacağına
inanmakla olur. Bütün kuvveti Allah’tan görüp, halkın elinde mevcut
olan bir şey görmeden Allah’ın kudretini tasdik etmekle mümkün olur.
Kendini bırakmana gelince: Hak’ka teslim
olman ve sebepleri bir yana atmanla olabilir.
Kendinden hiçbir hareket
görme, gücüne kuvvetine mağrur olma. Bu halinde kendini hor görüp, özünden
nefret etme. Hak’ka teslim ol; O’nun emirlerine göre hareket et. Şunu iyi
bil ki, her şeyi evvel ahir yapan Allah’tır...
Sen ana karnında
bilinmez bir nesne iken, O besledi ve bu aleme getirdi. Ve yine sen,
beşikte her şeyden habersiz yatarken esirgeyen O oldu. İşte
o eski hallerini düşün ve Hak’ka güven.
İlahi tecelliler
önünde yok olmak şöyle olur: Başta hiçbir istek sahibi olmamak
gerekir. Bunu yaptığın an, her arzun yavaş yavaş
ölmeğe başlar. Dileklerin yok olur. Daha sonra iraden ölmeğe
başlar. İşte bundan sonradır ki, ilahi tecelli seni kaplar.
Hiçbir meramın olmaz. Hak’kın isteğinden başkası sende
hüküm süremez olur. Kalbin sakin, vücudun rahat, gönlün geniş, yüzün
nurlu... Her şeyden elini çeker, yalnız yaratanla meşgul
olursun. Hak varlığı ile zengin olursun...
Bu halinle seni kudret
eli çevirir, ezel dili seni çağırır. Hak sana bilgiler öğretir. Türlü nevi
kisveler giydirir. Ezeli ilimlerden sana
nasip gelir. Gönlün açık olur. Kötülükler onda eğlenmez. Her kötülük
onda erir. Varlığın Hak arzusu ile dolar. Böylece senden
çeşitli kerametler zuhura gelir. O haller senden görünür, ama aslında
Hak’tan gelir. İşte böylece, Hak için gönlü kırıklar
zümresine dahil olursun. Bunlara, “Münkesiret’ül – Kulub “ tabiri
kullanılır. Zikrettiğimiz o değerli insanlar için Allah-ü
Teala şöyle buyurur:
- “Benim için kalbi
mahzun olanlarla olurum.”
Bu Kudsi bir hadistir.
Muayyen bir zaman için
halin böyle gider, ardan zaman geçer; evvelce mahrumu olduğun pekçok
dünyaca hoş tanınan nefsi zararsız isteklerine kavuşursun.
Peygamber S.A.
efendimiz bu duruma işaret ederek şöyle buyurur:
- “ Bana
dünyanızdan üç şey sevdirildi. Kadın, güzel koku, gönlümü
hoş eden
namaz...”
Bütün kötü arzun,
hevesin kırılmadıkça, Hak, seninle olmaz. Bu hevan ve hevesin
yok olunca da sende hiçbir şey durmaz olur artık. Sende ne iyilik
eğlenebilir, ne de kötülük. Ne akıl kalır, ne de fikir. Hiçbir
şeyi seçemez olursun. Varla yok arasında bir hal alırsın.
Allah seni öldürür, yeniden diriltir. Sende, yeni ve bambaşka bir irade
zuhura getirir. Her isteğini o irade ile istersin. Bu hale ki geldin ve
her isteğin buna ki uydu; Hak Teala kendine izafe ettiğin mevhum
varlığını alır, seni yok eder. Bu halle sonunda: Münkesiret’ül-kulüb zümresine
dahil olursun... Bu makamda haberin olmadan çeşit çeşit hikmetli
işler olur. Sonra benliğin erimeğe başlar. Böylece iş
sonuna varmış olur. Ve Hak’ka kavuşmuş olursun; yani, lika
hasıl olur... Her iş tamam olur. Bütün çalışmalar bunun
içindi zaten... İşte: Münkesiret’ül kulüb’un asıl manası
budur.
Yukarıda bahsedilen <<bakiye kalan varlık>> cümlesini
biraz izah edelim: Bunun manası; tam bir sükun ve tumaninet halidir...
Yani yukarıda arzedilen hale girmek ve onda tambir olgunluk peyda etmek
demektir. Bunu daha açık anlatmak için Allah’u Teala’nın,
Peygamberi (S.V.) lisanı ile buyurduğunu dinleyelim:
- “Kulum bana ibadet
etmekle yaklaşır, ve onu severim... Sevince de tutan eli, işiten
kulağı, gören gözü, yürüyen ayağı olurum, hep işlerini
benimle görür... “
Diğer bir
rivayette şu cümleler de vardır.
- “Benimle
işitir, benimle tutar, benimle aklı erer...”
Bu hal ancak < Fena
> - kendinden geçiş – ile başlar. Bu iş, güç değildir,
halkı bırakman kafi...
Halk; hayır ve
şerden ibarettir. Sen de böylesin, hem hayırlısın heh de
şerli... Halkın hayrını ve şerrini isteme...
Yalnız Hak’kı tut, ötesini bırak. Yine Kader-i İlahide
hayır ve şer vardır. Sen bu halde bulunmadıkça Allah seni
şerrinden korur, hayrı denizine atar. O zaman hayrına kab olur,
her çeşit nimete kavuşursun... Süküna rahata, hoşluğa ve
nihayet her güzelliğe kaynak olursun...
Fena (1), Müna (2),
Müptega (3) bunlar ayrı ayrı tasavvuf mertebesidir. Velilerin son
durağı buralardır. Bunlara yönelmek öyle bir istikamettir ki,
geçmişteki evliya ve ebdal hep bunları istediler. Ta ki, iradelerini
Allah’a bırakalar ve O’nun iradesine göre hareket edeler. Zaten bu yolun
yolcularına < Ebdal > demek, bu manayı anlatmak içindir.
Bunların
günahı nefsani arzularını Hak’kın iradesine ortak
etmektir. Haddi zatında onlar bunu unutarak yaparlar. Manevi bir
hale kapılı, dehşete düşerler, bu arada kendilerini
kaybederler. İsteklerine kapılma neticesi Hak’ka şirk
koşmuş olurlar. Sonra, Allah tarafından kendilerine bir
ayıklık gelir; Allah’ın rahmeti, merhameti yetişir,
blundukları halden uyandırır. Onlar da hatalarını
anlar, istiğfar eder, tövbe ederler... Allah da tövbelerini kabul eder. Çünkü
yalnız melekler iradeden masumdur... Peygamberler de iradeden değil,
kötülükten masumdur. Geri kalan mükellef insan ve cinler, ne iradeden, ne de
kötülükten masumdur. Şu var ki; veliler, kötü arzudan, ebdal de iradeden
mahfuzdur, ama masum değildir. Bu şu manaya gelir; bazen ufak tefek
meyil ederler, sonra Allah merhameti icabı onlara yine doğru yolu
nasib eder...
Nefsini bırak! Ve
ondan uzaklaş!.. Nisbi olarak kendine izafe ettiğin mülkten
ayrıl!.. Hepsini Allah’a teslim et!.. Ve kalbin kapısında bekçi
ol!.. Allah’ın < gönlüne sakla > dediklerini içeri al ve < alma> dediklerini
kalbine sokma!.. Kötü istekleri kalbinden çıkardıktan sonra bir
daha yaklaştırma!.. Bu şeytani arzuları kalbden
çıkarmak, her halde ona uymamak ve daima muhalefet etmekle olur.
Allah’ın iradesi
dışında bir şey isteme!.. O’ndan başka bir şey
istemek boş bir temennidir. Akılsızlıktır. Sakın
böyle bir hevese düşme!.. Telef olursun.. Helak olursun!.. Hak’kın
merhametinden uzak kalırsın.
Sonuna kadar
Allah’ın emirlerini tut!.. Sonuna kadar yasak ettiği şeylerden
kaç!.. Sonuna kadar O’nun kaderine teslim ol!.. Yarattığı
şeylerden hiç birini O’na ortak yapma. Şirk koşma!..
İsteğin,
arzun, şehvetin, hepsi O’nun yarattıklarıdır...
İsteme! Kötü
arzularına kapılma! Şehvete düşkün olma!.. Ta ki
müşrik olmayasın!..
Ayetten: < Bir
kimse Rabbına kavuşmayı istiyorsa, yarar iş yapsın.
Rabbı için yaptığı ibadetlere şirk katmasın. >
Şirk, yalnız
putlara tapmak değildir. Kendi şahsi arzu ve isteklerinde tesir
görerek,uyman da bir nevi şirk ve putperestliktir. Dünya ve onun
metaından, ahiret ve onun nimetlerinden herhangi birine gönül
kaptırarak, seni yaratanın sevgisini değil, bunlardan her hangi
birinin sevgisini üstün tutarsan, şirk etmiş olursun...
Uçsuz bucaksız
bir varlık bul, kendini muayyen ölçülere kaptırma. Muayyen bir
çerçeve içersinde kalırsan, doğruluğunu haber verdiğin
yanlış olabilir. Kalacağını haber verdiğin nesne,
bakarsın ki kaybolmuş... Hak’kın iradesine tabi ol ve hiçbir
şeye karışma!.. Keşif ve keramet nevinden sayarak, bir
şeyler söylersin, ama aksi olunca utanır, rüsvay olursun... Sana bu halde yine bir
vazife düşer; halini saklamak... Ve senden başkasına
bunları duyurmamak. İşte bu, tam sebat ve beka halidir.
Bunların Allah tarafından, sana
bir hediye olarak verildiğini bil. Bu hale şükür etmek için O’ndan
yardım iste. Başkasına göstermemek için ört. Eğer bu haller gider
de, yerine başka bir hal gelirse, üzülme
; onda da çeşitli bilmediğin nimetler gizlidir. İlim
vardır. İrfan, marifet vardır;
ayıklığını arttırır ve edep terbiye
öğretir sana...
Bir Ayet-i Kerime de şöyle buyurulur:
- “Biz hiçbir ayeti,
ondan daha iyisini veya benzerini getirmemek şartı ile
değiştirmeyiz... Allah’ın her şeye kadir olduğunu
bilmiyormusun?”
Allah’ın
kudretini küçük görme!.. Takdir ve tedbirde, onu itham etme... O’nun vaadinin
doğruluğunda şüpheye düşme... Hz. Peygamberi (S.A.) kendine
örnek al... O büyük insana inen ve mushaflarda yazılan, dillerde okunan
bazı ayetler kaldırıldı... Bazısı
değişti, yerine başka ayet geldi... Biraz önce haber
verdiğinin aksini az sonra söyledi. Ama bu hal zahirde böyle oldu. Öbür
yönünü, ancak, Allah’la kendi arasında bir iş olarak kabul ederiz...
İşte
yukarıda anlatılan hale işaret ederek Peygamber(s.A.) efendimiz
şöyle buyurur:
- “Kalbimde
değişik haller olur, bu yüzden her gün yetmiş defa istiğfar
ederim.”
Diğer rivayette “
Yüz defa.”
Peygamber(s.A.)
efendimiz., daima hal değiştşrirdi. Bir halden diğer hale
geçer ve olgunluğa doğru ilerlerdi. Gayb aleminin hazinelerine
ererdi. Çeşitli manevi süslerle süslendi. İşte efendimiz böyle
yükselirdi. Her yükseldikçe de evvelkinin noksanlığını
anlar; mahdut bir halde kalmayı noksan sayar, istiğfar ederdi.
Kendisi yaptığı gibi ashabına da istiğfar telkin
ederdi. Çünkü istiğfar ve tövbe halinde bulunmak kulun vazifesidir. İnsana
en çok yakışan şey, istiğfar ve tövbe etmektir. Bütün
kötülükleri, bir daha yapmamak şartı ile bırakmak babası
Adem’den (a.s.), Hz. Rasulallah’a O’ndan da bizlere veraset yolu ile geldi...
Ki Adam aleyhisselam’ın her yanını zulmet
kaplamıştı; işte o zaman istiğfar etti, sonra
karanlık açıldı, her yanı nur kapladı; kurtuldu. Çünkü
o bir zamanlar ahdi unuttu. Dar-ı Selam’da daimi
kalacağını, Rahman ve Mennan olan Allah, kendisini Cennetten
çıkarmayacağını sandı... Melekler kendisini daima
selamlar, öğmelerle geleceğini tahmin etti. Böylece nefsine uydu ve
her şeyi unuttu... İş değişti. O güzel süslerden
soyundu, saltanat gitti. Derecesi düştü... O nurlu alem, aniden
karanlığa gömüldü. Önceki safiyet bozuldu.
Böylece her şey
elinden alındıktan sonra işin nereden geldiğini
anladı. İçinde bulunduğu büyük safiyeti düşündü...
İtiraf yolunu tuttu. Unuttuğunu, hata işlediğini itiraf
etti. Kendi kendine istiğfar telkin etti:
- <Yarabbi, biz
nefsimizi kötüledik, kirlettik, bizden mağfiretini, merhametini
esirgersen, sonumuz fena olur. >
Bu tövbe ve itirafa
karşı kendisine hidayet yolları göründü. Nasıl işler
yapacağı bildirildi. Ve o, o tövbedeki gizli marifet nurları ve
bundan evvel kendisine keşfolunmayan iyilikleri öğretildi. Ve
neticede şuna kani oldu:
- < Bütün
kaybettiğim haller bana tövbe yolu ile açılacaktır. >
Her şey
değişti... İstek şimdi başka oldu. Hal başka hal
oldu. Büyük bir saltanat geldi. İlk önce dünyada bir velayet-i Kübra;
sonrası da ahirette... Dünya kendine ve evladına yer oldu. Ahiret ise
ebedi bir yuva... Ve sonsuz bir sığınak..
Ey mümiz! Senin için Hz.
Adem v Hazret-i Muhammed de dostluk ve muhammed için iyi adetler var...
Herhalde hatanı bil, tevbe et...
Manevi bir hal içinde
bulunduğun zaman başkasını isteme. İser daha
altını, ister daha üstünü. Hiçbir makam arzu etme...
Padişahın
kapısına geldiğinde hemen içeri girmeği isteme Zorla içeri
alınıncaya kadar bekle. Kendi isteğinle değil zorla içeri
alınmalısın. Tekrar, takrar istemelisin. Pek nazlı da olma...
İçeri girmek için
mücerret izinle de yetinme. Seni tecrübe için olabilir, belki de padişah
tarafından deneniyorsundur... Koşma; bekle. Ta ki seni zorla içeri
alsınlar. Bu şekilde içeri alınman senin için bir fazilet olur.
Saraya bu şekilde girdikten sonra, seni kimse tekdir etmez. Tekdir ancak
yapacağın kusurdan sonra gelir. O, seni bizzat içeri aldıktan
sonra, korku da olmaz. Padişahın yaptığından mes’ul
olmazsın. Ancak kendi isteğinle yaptığın şey
sonunda mes’ul duruma düşersin. Yaptığın hareket neticesi,
sana taarruz vaki olur.
Bu makamda senin için
iyi olmayan şey kendi arzunla hareket etmendir... Sabrın
azlığı, edebe riayetsizliğin, bulunduğun hale
rıza göstermemen senin için hiç de iyi olmayan hareketlerdir...
Saraya girmek sana
nasib olunca; başını önüne eğ, gözlerini etrafta
gezdirmekten sakın. Edepli terbiyeli olarak, verilen her hizmet ve
vazifeyi yapmağa çalış. Daha fazla yükselmeği isteme...
Ayet: “ Olara
verdiğimiz dünyalıklara gözlerini çevirme, onları tecrübe etmek
için, dünya süsü olarak kadın verdik. Rabbın sana verdiği
rızık, hem hayırlı hem de devamlıdır...”
Allah-ü Teala, bu
ayetle seçkin Peygamberine edep öğretiyor, dolayısıyla bize...
- < Halini muhafaza
et, verilene razı ol...”
Buyrulmasındaki
Murad:
- “Sana verdiğim
pek çok hayır, peygamberlik, ilim kanaat, sabır, islam dini
üzerindeki saltanat ve o yoldaki mücadele senin için en büyük nimettir...
Ötekilere verdiklerimden daha iyi ve güzeldir.
Bütün hayır haddi
bilmekte ve ona razı olmaktadır. Bununla beraber
başkalarının hiçbir şeyine göz dikmemektedir. Başka
bir şeye iltifat etmemektedir. Çünkü o baktığın ve arzu
ettiğin şey üç kısma ayrılır. Birincisi, senin nasibin
olmasıdır. İkincisi başkasının nasibi olma
ihtimali. Üçüncüsü, ne senin ne de başkasınındır. İhtimal
ki; Allah’ü Teala, onu bir tecrübe vasıtası olarak
yaratmıştır...
Baktığın
şey her ne ise... Eğer o, sana nasip olmuşsa ihtirasa düşüp
ardından koşsan da gelir koşmasan da. İstesen de gelir,
istemesen de Bu hale göre, mutlaka onu elde etmek için çırpınman ve
edebe uymayan bazı hareketler yapman sana yakışmaz. Bu hal, ilim
ve akıl ölçüsüne vurulursa hiç de sevilen bir şey olarak meydana
çıkmaz.
Eğer o şey,
başkasının nasibi ise.... çırpınman niçin?.. Çünkü o
şey sana hiçbir zaman gelmez.
Yine o şey,
ihtimal ki hiç kimsenin nasibi değildir, fitne ve tecrübe için
yaratılmıştır. Böyle olduğuna göre, akıllı
olan kimse nasıl nefsi için, böyle bir fitneyi ister. Ve kendine celb
etmeği arzu eder?..
Bu izahlardan
anlaşılıyor ki; bütün selamet ve iyilik, manevi hali muhafazada
ve haddi tecavüz etmemededir...
Avuç içi kadar dar
yerde de kalsan, geniş sahalara da çıksan, her ikisi de sana göre
musavi olmalı... Ve yukarıda anlattığımız halini
ve edebini muhafaza etmeğe çalışmalısın.
Başını önüne eğ. Çok edepli ol... Daha da üstün vazife
görmeğe çalış. Çünkü padişaha en çok sen
yakınsın, senin kabahatin de çabuk görülür. Bu sebepten senin için
tehlike daha fazladır.
Bulunduğun halin
daha üstüne ve daha aşağısına geçmeği isteme. Orada
sabit kalmayı, baki olmayı arzu etme. Bulunduğun vazifenin
şeklini değiştirmeğe yeltenme... Böyle bir şey yapmağa
senin bir selahiyetin yoktur. Böyle bir şey yaparsan nimetleri inkar
yolunu tutmuş olursun; bu ise, dünya ahirette sahibini
utandırır...
Sonuna kadar,
anlattığımız şeyleri yapmağa çalış...
Neticede öyle bir hale gelirsin ki, o halde senin için bir makam verilir. Seni
ondan hiç ayırmazlar. Sen de onun, Allah tarafından bir vergi
olduğunu anlarsın. Böyle oluşun delili ve beyanı
meydandadır, bunu bilir ve o halin devamına
çalışırsın...
Veliler için haller
vardır. Ebdal için makamlar vardır. Ve sana hidayeti Allah nasip edecektir....
Allah sevgililerine ve
bunlardan bir kısım olan Ebdale, akıllara durgunluk veren, adet
ve resmiyeti ortadan kaldıran Ef’al-i İlahi’nin tecellisi
açılır. Bu tecelli iki kısma ayrılmıştır:
Cemal, Celal sıfatlarının tecellisidir. Celal, aynı zamanda
azamet manasına da gelir. Bunların tecellisi kalbe çok giran (*)
gelir. İnsanı müthiş sarsar. Bu hal kalpde olur fakat zahiri
duygulara da sirayet eder. Bazen görülür ve işitilir. Bu hali, bir ravi,
Peygamber (S.A) efendimizden nakletmiştir:
Namazda, yemek
kabının kaynamasına benzeyen bir ses işitilirdi. Bu ses
kalbden gelmiş ve zahirde de işitilmiştir. Bu hale sebep,
Allah’ın Celal sıfatının tecellisini görmesi ve azamet-i
İlahi’nin keşfolmasıdır... Bu hale benzer şeyler Hz.
İbrahim’den (A.S) keza, Hz. Ömer (R.A) rivayet edilmiştir...
Cemal
sıfatının tecellisine gelince: Bu sıfatın tecellisinde
kalb nurla dolar ve bununla boş olur. Bu halde kalb rahat eder. Lütuflara
erer. Güzel konuşmaları burada duyar. Güzel sözleri bu halde
işitir. Bununla beraber, kendisine yüksek hediye müjdeleri burada verilir.
Ve yüksek derecelere çıktığı kendisine burada haber
verilir. Bu öyle bir makamdır ki; bundan sonrasında kulun hiçbir
dahli olmaz. Her şey ezeli nisbete bağlanır. Kalem kurur.
Artık taksim ne ise o gelmeğe başlar. Allah fazlını ve
rahmetini istidatlar nisbetinde verir, rahmet ve şevkatini onlara
ispatlar. Bu hal ecel gelinceye kadar devam eder. Ki, bu malum olan ölüm
zamanıdır. Bundan sonra daha fazla açılır. Perdeler kalkar.
Yükseldikçe yükselir. Bunun dünyada verilmemesinin sebebi, Allah’
karşı olan sevgi ve muhabbetlerinin onları bir tehlikeye
götürmemesi içindir. Sonra takatları kesilir. Helak olurlar, zayıf
düşer, ibadetlerini yapamazlar. Halbuki onlar ölünceye kadar ibadet
etmekle mükelleftirler. Bunlara, bu maddi hayatta tam tecelli etmemesi ve tam
tecelliyi öteki aleme bırakması O’nun merhametinin eseridir. Böyle
yapmakla sevdiklerinin kalplerini tedavi eder. Terbiye eder ve madde alemi ile
manevi alemi bu şekilde idare eder. İncelikleri bilen ve hüküm veren
O’dur. Kullarına lütfunu, merhametini esirgemeyen O’dur...
Bu halleri anlatan bir
rivayet Hz. Rasulullah’tan şöyle nakledilmiştir:
Efendimiz, maddi
alemle biraz meşgul olduğu zaman:
- “Ey Bilal, bizi biraz
dinlendir. Ezan oku da namaza kalkalım...”
Buyurmuştur.
Bunu, anlattığımız güzellikleri görmek için
söylemiştir... Yine bu sebeple şöyle buyurmuştur:
- “Namaz, gönlümün
sürurudur...” (**)
(*)
Bıktırıcı, fena, katı
(**) Sevinç
Bu kadar külfetler
içerisinde, varlığını gösteren yalnız Allah’ü
Taala’dır. Bundan sonra nefsin gelir. Muhatap olarak meydanda da sen
varsın.
Nefis; başta
Allah’ın zıddıdır. Halbuki her şey sahiplidir. Böyle
olduğu için nefis, hem yaradılış itibariyle, hem de mülk
olarak Allah’ındır. Bu arada nefse boş iddia ve arzu, bir de
kötülükleri ile sevinmesi kalır.
İş böyle
olduğuna göre, sen, Hakka uyarak nefsine muhalefet edesen; Allah için
nefsine hasım olmuş olursun... Allah-ü Taala, Davud’da (A.S)
şöyle buyurdu:
- “Ya Davud, ben daimi
kuvvetinim, bu kuvvetini nefsine düşman olarak ibadete vermeğe
çalış. “
Ey mümin, eğer
sen de böyle yapar ve bu halde kalırsan, kulluğun ve Allah’a
karşı olan bağlılığın doğru olur.
Rızkın ne ise... rahat,güzel, hoşolarak gelir; aziz ve mukerrem
olursun. Ve her şey sana hizmet etmeğe başlar. Sana tazim
ederler, hürmet ederler... Çünkü onlar yaratanına bağlıdır.
Sen ise onun sevgili kulusun. Onları Hak yaratmıştır. Onlar
da bunu ikrar etmektedirler. Nasıl ki; Allah-ü Taala bunu şu
ayetlerde haber vermiştir.
- “Allah’ı tesbih
etmeyen hiçbir şey yoktur, lakin siz onların tesbihini
anlayamazsınız.”
- “ Göğe ve yere
isteyerek veya zorla geliniz... diye buyurdu. Onlar da dediler:
- İsteyerek
geldik...”
İbadetin
başı nefse muhalefet etmektir. Allah-ü Taala buyurdu:
- “Nefsine uyma; nefs
seni Allah yolundan ayırır.”
Davud’a da şöyle
buyurmuştur:
- “Ey Davud, nefsini
bırak, çünkü o, daima münazaa çıkarır. “
Beyazid-i Bestami’den
(Rh.) bir rivayet vardır. Beyazid mana aleminde tecelli-i ilahiye nail
olur ve sorar:
- “Yarabbi, sana
nasıl gelinir?
Şu cevabı
alır....
Nefsini bırak da
gel...
Beyazid der ki:
Nefsimi
bıraktım, yılan soyunduğu gibi ben de nefsimden soyundum...
Her hayrın ve her güzelliğin onu bırakmakta olduğunu
gördüm...”
Eğer takva
halinde isen, nefsine daima muhalefet et... Halkın
varlığını kalbinden çıkar. Onlardan her hangi bir
şey bekleme. Onlara minnet etme. Onlara güvenme, onların elindeki
dünyalığa göz atma. Onların iyiliği seni sevindirmesin,
kötülükleri de gücendirmesin. Onların hediyesini, sadakasını,
zekatlarını, adaklarını bekleme. Şayet senin mal, mülk
sahibi bir adamın varsa sakın mirasına konmak için ölümünü
.isteme...
Halkı hakikaten
kalbinden çıkar. Onları kah açılan, kah kapanan bir kapı
bil. Onları, meyvesi bazen var, bazen de yok olan ağaçlar gör... Bu
işlerin hepsini bir faile bağla ve bir müdebbirin tedbiri kabul et.
Bu fail ve müdebbirin de Allah olduğuna inan ki, muvahhid olasın.
Bu
anlattığımız şeyleri kabul etmekle beraber
kulların çalışmasını da inkar etme... Sonra cebriye
mezhebine girmiş olursun. Her ikisini birleştirirsen cebriye
mezhebinden kurtulursun. Allah’ın yardımı olmadan onların
işi tamam olmayacağını iyi bil. Allah’ı unutarak
onlara tapma. Bunların yaptığı, Allah’ın işinden
ayrıdır, deme. Hakkı inkar etmiş olursun. Kadriye mezhebine
girmiş olursun. Allah, gücü kuvveti verir, kullar da yapar, de...
Bu hükümlerde
Allah’ın emri ne ise ona bağlan. Bunlardan haddi aşmayarak
kısmetin ne ise onu al. Allah’ın hükmü, sana ve bütün mahlukata kendi
verdiği hükmü ile olur. Sakın sen hakim olmaya kalkmayasın. Sen
de onlar gibi kader-i ilahinin çizgisi dahilindesin. Kader ise
karanlıktır. Karanlığa lamba ile gir. Bu lamba da Allah’ın
kitabı, Peygamberin sünnetidir. Sakın bu ikisinden ayrılma...
Eğer bir hatıra kalbine gelirse ve sıkışık
durumda kalırsan, onu derhal kitap ve sünnet ölçüsüne vur... Mesela, zina
etmek, gösteriş yapmak gibi şeylerden olduğunu görürsen, facir(*)
ve fasiklerle(**) birleşmek gibi şeyler olursa –ki bunlar
haramdır- sakın yapma... Derhal bu gibi düşünceleri
bırak... Bunlardan başka haram şeyler olursa hemen ört... kaç...
Kabul etme, amel etme... Bu gibi şeylerin şeytan tarafından sana
hatırlatıldığını bil.
O sana gelen
hatıranın, mübah olan arzulardan, evlenmek, yemek, içmek nev’inden
bazı şeyler... yine yapma. İhtimal ki aklın
ermediği bazı kötülükler onda gizlidir. Mesela bakarsın sana bir
fikir gelir:
- Bu müşkülün
için falan yere git; oradaki falan zata arz et...
Halbuki senin o zata
ihtiyacın yoktur. Belki de senin ilmin, irfanın daha üstündür.
Bunları da onunla anlıyorsun. Burada biraz dur. Hemen oraya
koşma...
Bazen de kendi kendine
dersin:
- Herhalde bu Allah
tarafından ilhamdır, bununla amel edeyim...
Hayır bunu da
yapma! Bu işte de hayırlısını bekle... Bunun Hak
tarafından olduğunu anlamak için, o ilhamın sana tekerrür
halinde gelmesi lazımdır... Yahut sana, o işi yapman için manevi
bir emir verilir, o zaman yaparsın. Allah için bilgi sahibi olanlara bu
gibi şeylerde bazı alametler zuhur eder; bunu da ancak
akıllı veliler ve ebdal zümresi bilir.
Bu anlatılan
şeyleri sakın yanlış anlama... Bunlar, emir ve
yasakların haricindeki şeylere aittir. Şer’i hükümlere uyman ve
tamamiyle tatbik etmen lazımdır. Aksi halde manevi alemden hiç nasib
alamazsın...
Doğruyu bilen ve
o yolda hidayet eden Allah’tır...
(*) Fena huylu,
günahkar
(**)Allah’ın
emirlerini tutmayan
Fakirlik halinde, geçim durumundan
aciz kaldığın zamanda, nikah işiyle
karşılaşırsan, bu halinde de sabreder beklersen; Hak taala,
ya senin başından bu işi giderir, yahut sana bir kolaylık
verir evlenirsin, yahut muhafazası altına alır geçimini
kolaylaştırır. Böylece dünyada güçlük göstermeden, ahirette de
sıkıntıya sokmadan istediğini sana verir ve sabrından
dolayı sana: Sabırlı, haline şükreden ismini verir...
Eğer evlenmek senin nasibinde
varsa, ister istemez olur; olunca yaptığın sabır şükre
çevrilir... Allah’u Taala hazretleri ise şükredenlere bol ihsanlar
vereceğini şöyle vaad etmiştir:
- “Eğer şükrederseniz
nimetimi arttırırım, küfür yoluna saparsanız azabım
şiddetlidir.”
Eğer evlenmek sana nasib
değilse, o arzu kalbden çıkar gider. Nefis istese de istemese de bu
yazılan olur.
Her halinde sabra devam et.
Kötü arzularına muhalif ol. İlahi emirlere boyun eğ. Kazaya
razı ol. Bu halinden dolayı da Allah’tan iyilik um. Çünkü,
Allah’ı Taala şöyle buyurdu:
- “Sabredenlerin mükafatı bol
verilecektir.”
Allah-ü Taala sana mal verir; sen
de Allah’ı unutur malla uğraşırsın, o malı
sana kara bir perde yapar. Dünyayı , ahireti göremez olursun. Yalnız
malı bilirsin. Çok kerre de malı alır, seni
değiştirir. Fakir eder, zelil eder. Çünkü sen, asıl nimeti
vereni unuttun, nimetle meşgul oldun...
Eğer, o mülk seni meşgul
etmez de, ibadetinle de uğraşırsan, sana hediye olarak
verilmiş olur, bir tanesi bile eksilmez. Mal sana hizmetçi olur. Sen de
yaratana ibadet edersin. Böylece dünyada rahat, güzel geçinirsin. Ahirette ise
sıddıklar, şehitler, salihlerle beraber olursun...
İyiliğin gelmesini,
kötülüğün gitmesini isteme...Eğer kısmetinde sana gelecek bir
nimet varsa, istesen de gelir, istemesende.... Bela da aynı... Eğer
sana gelecek bir bela varsa, kaçsan da gelir, dursan da... İstersen o
belanın kalkması için duaya sarıl.. İstersen sabret.
İstersen Allah için kendini bir yere attır; elbette gelecek olan
gelir...
Sana lazım olan bunların
hepsinde Hakka teslim olmaktır. Hepsini ona teslim et. Eğer nimet
gelirse şükretmeğe başla!.. Bela da gelirse sabretmeğe
çalış. Belayı hoş gör... Onu da bir nevi nimet bil.
Gizlemeğe çalış! Gücün yettiği kadar gidermeğe gayret
et. Hele onu her yerde anlatmaktan sakın. Allah’ın sana verdiği
manevi halin kuvveti ile ve gittiğin yolun icabı olarak bunları
yapmak mecburiyetindesin. Öyle bir yoldasın ki, Hak’ka taatla ve her
şeyi hoş görmekle emrolunmuşsun. Ancak böyle refik-i Ala’ya
çıkabilirsin. Bu hale gelince senden evvelkilerin yerine makamına varırsın.
Senden evvel padişaha gidenleri ve yaklaşanları orada bulursun.
Onun yanında her iyilik yolunu, rahatı, kerameti ve nimeti görürsün;
kavuşursun.
Belayı bırak gelsin,
seni ziyaret etsin... Yolunu aç. Kapama. Önünde durma. Sana gelmesinden ve seni
yoklamasından korkma. Nasıl olsa, onun ateşi cehennemin
ateşinden daha şiddetli değildir.
Yaratılmışın
hayırlısı, yerin yüklendiği, semanın
gölgelendirdiği, varlığın gözdesi Efendimiz Muhammed
Mustafa (s.a.v.) den şöyle bir Hadis,i şerif rivayet edilmiştir.
- “ Kıyamet günü cehennemin
üzerinden geçildiği zaman, cehennem bağıracak, çabuk geç! Ey
mümin nurun alevimi söndürdü.”
O cehennemin ateşini söndüren
nur, ancak dünyada kazandığın ve beraber götürdüğün iman
nurudur. O nur, hem isyan eden, hem de itaat edende vardır. Ama isyan eden
ondan faydalanamaz...
İşte dünyadaki bela
ateşini de söndüren bu nurdur. Sen de eğer sabreder Hak’ka uyarsan
mükafatını görürsün. Belanın sana gelmesi seni heyecana
düşürmesin. Yaklaşması seni çekindirmesin. Çünkü bela seni öldürmek
için gelmez, seni tecrübe etmek için gelir, imanın sıhhatini ölçmek
için gelir. Hak’ka olan bağlılığını
kuvvetlendirmek ister. Senden memnun olur. Seni Hak’ka müjdeler... Allah-ü
Taala buyurdu:
- “Biz sizi imtihan ederiz. Ta ki,
içinizdeki mücahitleri anlayalım... Ve işlerinizden haberdar
olalım. “
Hakka karşı imanın
doğru olması ve O’nun işlerine boyun eğmek muvafakat
göstermen yine O’nun sana bir lütfu ve merhametidir. Bunu böyle bil ve sonuna
kadar sabra devam et. Hak’ka uyar bir müslüman ol. Artık bu halle
bezendikten sonra, senden ve başkasından Allah’ın emirlerini
yapmaktan başka bir şey bekleme. Ve yasaklarından kaçmaktan
başka bir şey umma.
Her hangi bir yerde dini emirlere
dair bir şey olursa derhal ona koş. Onları doğru
işitmeğe çalış. Yerine getirmeğe gayret et. Derhal
harekete geç, miskin miskin oturma. Kadere teslim olup kalma... Zuhurata uyup
durma. Allah’ın emirlerini yerine getirmek için bütün gücünü kuvvetini
sarf et. Aciz kalırsan Allah’tan yardım iste. O’na tazarru et,
yalvar. Acaba:
- “Niçin ibadetten geri
kaldım? “
De ve sebebini araştır.
Belki de buna sebep senin bazı lüzumsuz şeyler istemen
olmuştur. Belki de bazı edebe uymayan haraketler
yapmışsındır. İhtimal ki, ibadete gevşek
davrandın, gücüne kuvvetine güvendin... Ve nihayet bilgine güvendin, nefsi
ve halkı, Allah’a karşı ortak yaptın. Netice, bunların
hepsi senin helakına sebep oldu. Mevla da sana bu yüzden rahmet
kapılarını kapadı. Taatından azletti. Hizmetinden
kovdu. Yardımını kesti. İyilik yüzünü senden çevirdi. Ve
nihayet sana kızdı, darıldı. Dünyayı, nefsi,
şahsi arzuları senin başına bela etti...
İyi bilmelisin ki, bu gibi
adi işlerle uğraşmak, iyi meşguliyet değildir.
Bunlarla uğraşmak seni yaratanın, besleyenin rahmetinden
uzaklaştırır...
Sakın mevlaya ibadet
etmekten, seni mevlanın gayri alıkoymasın. Allah’tan başka
ne varsa hepsini gayri olarak bil. Ve bunları Hak’ka tercih etme... Çünkü
seni onlar değil Allah yarattı. Sakın kötülükleri yaparak
nefsine zulmetme. Eğer, yratanın emirlerini bırakıp, başkasıyla
uğraşırsan seni ateşe atar. Öyle ateş ki; onu
tutuşturan insanlar ve küfür taşıdır. Sonra pişman
olursun fakat beyhude. Özür dilersin kabul olunmaz. İtap(*) olunmaya
razı olursun fakat yine hiç. Tekrar iyilik yapmak için dünyaya dönmek
istersin, kimse seni gönderemez.
Özüne acı, acı... Ona
merhamet et. Sana verilen duygularını iman yolunda, iyi işlerde,
taat ve ibadet yolunda kullan. Bunlarla marifet kazan, ilim öğren. Bu
ibadet ve marifet nuru ile karanlıkları aydınlatmağa
çalış. Emri tut. Yasaklardan kaç. Hak yolda bu ikisi ile yürü. Seni,
ilk önce topraktan insan yapan halikini inkara kalkışma!..
O’nun emrinden başka bir
şey isteme. Ve O’nun kötülediği şeylerden
başkasını kötü görme. Dünya ve ahiret için elindekiyle yetin.
Dünya ve ahiret için kötülediğimiz şeyleri kötü olarak bil.
Her sevilen, istenen Allah için
istenmeli. Ve her istenilmeyen yine, O’nun için istenmemeli.
Eğer sen, Allah’ın
emrinde olursan, bütün canlılar da senin emrinde olur. Ve eğer
Allah'ı’ yasak ettiği şeylerden kaçarsan bütün kötülükler de
senden kaçar. Nerede bulunursan bulun daima iyilikle
karşılaşırsın.
Allah-ü Taala hazretleri
Peygamberlerine gönderdiği bazı kitaplarda şöyle
buyurmuştur:
- “Ey ademoğlu! Ben öyle
Allah’ım ki benden başka ilah yoktur; bir şeye ol dersem, olur.
Bana itaat edersen, seni de benim gibi yaparım. Her neye ol desen olur!..”
Yine buyurmuş:
- “Ey dünya! Bana ibadet edene sen
yardım et... Sana koşanı da yor!..
Allah’ın yasak ettiği
bir şeyi yapmakla karşılaşırsan şöyle ol:
Mafsalların birbirinden ayrılmış, duygun yok olmuş,
kalbin kırılmış, cesedin ölü, ümitlerin
kırılmış, adet ve resmiyeti unutmuşsun. Gözünde bütün
sahra karanlık ve bulunduğun yeri yıkılıyormuş
gibi gör. Bina eskimiş, tavan çökmek üzere. Böylece oturduğun yerde
hissiz, duygusuz kal. Kulağın sağır olsun, sanki öyle
yaratılmışsın bil. Dudakların oynamaz olsun,
lisanında lallik olan gibi ol. Dişlerin bir güçlük
karşısında kalmış, dökülüyormuş farzet.
Kolları çolak gibi, bir şeyi tutamaz olsun. Ayakların
çaprazlaşmış, bir yere gidemiyor, yürüyemiyor gibi gör. Kendini
cinsi münasebetten aciz bil. Öyle, sanki, cinsi hiçbir şeyle meşgul
olmamışsın...
Karnın hiçbir şey
yiyemiyecek kadar dolu olsun. Yemeğe ihtiyaç duyma. Aklın
bozulmuş olsun, kendini mecnuna benzet. Kabre doğru
gidiyormuşsun gibi düşün...
Hülasa olarak şunları
söylemek isterim ki: Allah’ın emirlerini derhal duymağa
çalış ve koş!.. Yasaklarına karşı olduğun
yerde kal, gitme!.. İlahi kader karşısında cansız ol,
yokluğa gömül, fani ol...
Bu şerbeti hoşlukla
iç... Kendini bununla tedavi et. Bundan gıda al... Günahın
verdiği manevi hastalıklardan bununla kurtulursun. Nefsin illetini
ancak böyle temizleyebilirsin.
Bu işler, Allah’ın izni
ve dilemesiyle olur...
(*) azarlama, darılma
Sen nefsine, kötü arzularına
taptıkça , velilerin derecesine çıkmayı isteme... Halbuki onlar
yalnız Mevlaya kulluk ederler. Senin istediğin dünya, onlarınki
ise ukba...
Sen yalnız bu dünyayı
görürsün, onlar yerin, göğün sahibini görürler.
Sen halkla ünsiyet edersin, onlar
daima Hak la olurlar...
Senin kalbin, yerdekilere bağlı;
onların kalbleri arşa bağlıdır.
Sen gördüğünü tuzağa
düşürmek istersin, onlara gelince, senin gördüklerine iltifat etmezler.
Yalnız yaratanı görürler ve O’nun emirlerine uymağa bakarlar.
O, Allah dostları,
bulacaklarını Hak’la buldular, ereceklerine erdiler. Sana gelince;
zavallı bir halde, şehvetine uydun kaldın.. Yalnız
dünyayı ve arzularını gördün. Halbuki onlar; halkı,
arzularını, temennilerini bırakarak bu yola girdiler. Yüksek
derecelere bu sayade erdiler. Onları bu makama, yaptıkları,
ibadet, taat, sena götürdü. Bu da onlara Allah’ın ihsanıdır, ki
istediğine verir.
Onlar; ibadete, taata;
Allah’ın yardımı ve verdiği kolaylıkla, bıkmadan
usanmadan koştular.
İbadet onlara ruh oldu...
Manevi bir gıda oldu.
Onlar, bu hale devam ettiklerinde
dünya başlarına bela oldu. Bir felaket halini aldı. Fakat onlar
bunu duymadılar. Kendilerini cennet evinde gördüler. Onlar her şeyin
evvelini aradılar, şimdiki haline aldanmadılar. Hak Taala
onları evvelden niçin yarattı ve neyi anlattıysa onu
öğrenmeğe çalıştılar.
Yer onların hürmetinde durur.
Sema onların duası ile açılır. Ölüm, onların
kararı ile olur. Bu salahiyeti onlara mevla vermiştir.
Padişah onları yerin
düzeni için yaratmıştır, yer yüzünü onlarla bezetmiştir.
Onlar hep birden dağlar gibidirler. Hak’ka giden yollar bunlar
arasından açılmıştır.
Malı, mülkü gaye edinip,
bunlardan kaçana merhamet yoktur.
Onlar, yeryüzündekilerin
hayırlısıdır. Yer, gök baki kaldıkça onlara selam ve
saygılar olsun...
- <Eğer o
bunlar arasında olsaydı, bu hallerini islah ederdi..>
- <Eğer
konuşmaya razı ederseniz konuşurum.>
Seni Allah’ın fazlından
ve her işe, O’nun nimetini görerek başlamaktan ne alıkoydu?..
Ancak seni bu hale koyan, haliki bırakıp mahluka güvenmen
olmuştur. Yaratanı unuttun; yaptığın kara güvendin,
mevla seni nimetlerini görmekten mahrum etti.
Halk seni, Peygamberin çalıştığı
gibi çalışıp helal yemekten alıkoyuyor. Sen bu halle
kaldıkça, onlardan iyilik bekledikçe, kapılarına gidip ihsan
ümit edip dilendikçe, müşrik sayılırsın. Allah-ü Taâla,
seni bu halinden dolayı helal yemekten mahrum eder. Helal kazançtan,
Hak’ka güvenerek çalışmaktan, seni geri koyar, azarlar.
Sonra... Hele bir zaman halkı
bırak. Yaptığın büyük günahtan dön. Helal kazan, helal ye.
Yaptığın işlere güvenme, Allah’ın fazlını
gör. Allah’ın sana verdiği ihsanı unutma. O’nun ihsanını
unutursan yine şirk yolunu tutmuş olursun. İlki kadar büyük
olmaz, ama yine de şirktir. Bir gün büyür. Hafi iken, açık ve büyük
şirk olur.
Bu haline de tövbe et, şirkin
bu derecesini de kaldır. Kar ına, kesbine(*) güven, ama asıl
kuvvet vereni gör. Bu işleri sana kolaylıkla yaptırana ve
sebepleri yaratana bağlan, seni her hayra muvaffak eder. Çünkü her
hayra O götürür, rızık O’nun elindedir.
Sen devam et, yani O’na güven,
rıskını O’ndan bil; nasibini çeşitli yollardan sana
gönderir. Bazen seni halka gönderir istetir ama bu senin için bir iptila, yada
riyazet nevinden bir şey olur. Bu halde çok dikkatli olmak lazım
gelir. Bazen de rıskını, sana bir mükafat olarak,
vasıtaları göstermeden, onları hakiki sebep göstermeden
gönderir. Sen de rahatça O’na dönersin. O’nun kudreti önünde tazimle
eğilirsin. Bu kere perde kalkar O’nun fazlını görürsün. Mevla
sana bir doktordan daha çok, mizacına uyanı fazlı ve ihsanı
icabı verir. Bunları yapmakla seni kötü huylardan muhafaza eder.
Başkasına meyil etmekten esirger. Nihayet sana verdiği güzel,
büyük nimetlerle gönlünü alır.
Kalbinden cümle kötü istek,
şehvet, matlup(**), mahbup(**) ... her ne varsa
çıktığı zaman ve sende, O’nun arzusundan başka bir
şey kalmadığı vakit, vereceği nimeti çok rahat verir.
Senin için gönderdiği bir
rızkı, mutlaka sen alacaksın, başkası el süremez...
Çünkü rızkın, senden başkasına nasip değildir.
Şehvetini teskin için sana bir ihsan yapar, ihtiyacını onunla
giderirsin. Ve sen bunları sana göndereni bilir, anlarsın.
Bunları sana nasip edenin Hak olduğunu anlar, şükür yolunu
tutarsın... Dolayısıyla irfanın artar, ilmin
çoğalır. Allah seni halkın külfetinden
uzaklaştırır. Ruhunu masivadan temiz tutmağa seni muvaffak
eder.
Sonra kalbin nurlanır, hakiki
ilimleri anlamaya kabiliyetin artar. Gönül gözün açılır, kalbin
nurlanır. Hakka yakınlığın ilerler, tam o alemin
malı olursun.
O manevi, büyük ilmin
sırlarını muhafaza edebilecek hale gelirsen, sana
rızık ne zaman ve ne vakit gelecekse bilirsin. Bu hal sana
Allah’ın fazlı, keremi olarak verilir. Şanını
ta’zim(+) etmek için bu hale getirilirsin. Netice olarak, bunların hepsi
sana Allah’ın bir ihsanıdır. Allah-ü Taala bak bu manada neler
buyuruyor:
- “Biz onların içinden
işlerimizin hakikatına eren imamlar yaptık, sabrettikleri
takdirde buna ererler. Onlar bizim ayetlerimize inanırlar.”
- “Yolumuzda gerçekten
çalışanlara yollarımızı açarız.”
- “Allah’a karşı
ittika(++) sahibi olunuz ki size öğrete.
Bu hallere erdikten sonra tekvin
sıfatı tecellisi gelir. Açık bir emirle o işi yapmağa
başlarsı. Bu emirde hiçbir şüphe yoktur. Güneş gibi
açık meydandadır. Bu emir sana verilir ki;her tatlıdan daha
hoş ve her güzelden daha tatlı... Bu vazifeyi yapmak için, sana gelen
ilhamda karşılık bulunmaz. Bu ilham nefsin kirlerini eritir.
Allah-ü Taala, peygamberlerine gönderdiği bazı kitaplarda şöyle
buyurmuştur:
- “Ey Adem oğlu, ben
öyle bir Allah’ım ki, benden başka ilah yoktur; ancak ben varım.
Ben her neye ol desem, olur. Bana itaat et ki, seni de benim gibi
kılayım; bir iş için ol; diyesin ola..”
Bu haller hayret edilecek haller
değildir. Bunu peygamberler çok yapmıştır. Velilerin de bir
kısmında bunlara benzeyen haller zuhura gelmiştir. Bazan havas
tabakasına da bu vergi, Hak tarafından bir ihsan olarak
verilmiştir...
Her şey Allah’a
kavuşmakla son bulur. Sen de Hakka vasıl olduğun zaman manen ve
maddeten tekamülünü tamama erdirmiş sayılırsın.
Mevlaya vasıl olmanın
manası: Halkı kalben bırakmış olmandır. Heva ve
hevesin kötü yolunu terk etmendir. İrade ve şahsi
arzularını bırakmış olmandır; irade ile gitmek,
bu yolda iyi sayılmaz. Bu iyi olmayan ahvali bırakıp
Allah’ın emirlerine bağlandığın gün, manevi yollar
artık sana açılmış demektir. Bu hale erdikten sonra iyi
olmayan eski huylara doğru hiçbir kıpırdanma olmamalı.
Başkası da seni alakadar etmemeli... Hakkın emri ve O’nun
hikmetli işlerini görmelisin. Bu zikrettiğimiz hal fena halidir.
Hak’kın hikmetlerinde kendini kaybetmek makamıdır. Bu makama:
Vuslat, tabirini kullanırlar.
Hak’ka kavuşmak, vasıl
olmak; bilinen belli başlı halkın birbirine kavuşmasına
benzemez. Hakkı bu gibi şeylerden tenzih etmek lazımdır.
O’na hiçbir şey benzemez. O hakikaten gören ve işitendir. Ama bizim
gibi değil. O yücedir, mahlukatın hiç biri ile kıyas olunamaz.
Bu alemi, ona kavuşan ehl-i vuslat bilir. Hakka kavuşmanın ne
demek olduğunu Allah onlara bildirmiş ve göstermiştir.
Bu ehl-i vuslattan her birinin ayrı makamı
vardır. Biri, diğerinin yerine geçemez. Aynı zamanda Allah-ü
Taâla her veli ve peygambere değişik yönlerden tecelli eder. Hiçbir
peygamber diğerinin; hiçbir veli diğer velinin sırrına
eremez, vakıf olamaz... Ve yine bu misalden olarak bir mürid şeyhinin
haline akıl erdiremez. Aynı zamanda müridin de şeyhden ayrı
çeşitli halleri vardır. Bunu da şeyh bilemez. Müridin yolu bazen
şeyhin sırrına yaklaşır, yine de anlayamaz.
İşte burada şeyhinden ayrılır. O müridi bundan sonra
mevlâ idare eder...
Artı o mürid Hak’ka teslim
olmuştur. Hak onu halktan keser. Önce şeyh onun için bir mürebbi
vazifesi görüyordu, o da mahluk olduğuna göre mürid ondan kesilir.
İki yılı geçtikten sonra çocuğa süt verilmez. Bu da bir
bakıma onun gibidir. Nefis ezildikten sonra halka ihtiyaç kalmaz.
İstek gittikten sonra kimseden bir şey beklenilmez.
Şimdi o mürid
yükselmiştir. Şayet şeyh, heva ve nefisle kaldıysa müride
muhtaç olur...
(*) Kesb: Çalışıp
kazanma
(**) istenilen, aranılan
(***) sevgili, muhabbet olunan
(+) ululama, büyük sayma, saygı
(++)sakınma, korkma
Sonra nefis ve iradeye gelince: Bunları mevla yola
getirir, yok olmak olmaz. Çünkü yok olmak bir nevi noksan sayılır. Bu
yolda ise noksanlık yoktur. Nefis ölmez, islah olur.
Böylece Hakka vasıl olduktan sonra, kendini masivadan
emin gör, huzur içinde bil. Hak ve hakikatten başka bir şey görme,
ondan başkasına bir varlık tanıma... Bu yolun icabı
elbette bunu gerektirir.
Bulunduğun makamda iyilik,
kötülük, vermek, almak, korku, ümit, hiç birinde Hak’tan
başkasının tesiri olmaz. Çünkü kendinden korkanlara yine kendisi
sahip olur. Hataları örtecek yine odur.
Kendini bu mertebeye getirdikten
sonra, Mevlanın hikmetli işlerini görmeğe çalış... Çok
hikmet taşıyan emirlerini yapmağa gayret et. Takib edeceğin
yol bu olmalı. O’nun taatıyla meşgul ol. İster dünyaya,
isterse ahirete ait olsun; bütün mahluk şeylerden elini çek. Hepsinden
kalben ayrıl.
Bütün mahlukatı topla.
Aşağıda hikayesi anlatılacak adam gibi zavallı ve
çaresiz olduklarını tahayyül et.
Şanı, şöhreti her
tarafa korkunç bir şekilde yayılmış, emirleri kesin,
saltanatı tam bir padişah... Bir adamı yakalatıyor,
ayaklarına ve boynuna zincir vurduruyor. Sonra dalgası dehşetli,
derinliğine derin, akıntısı şiddetli bir nehir
üzerindeki ağaca astırıyor.
Sonra; çok kıymetli, yüce ve
maddi değer biçilmesi imkansız olan tahtına oturuyor.
Yanına da bir çok oklar, silahlar, mızraklar ve daha nice elemeli,
paralayıcı ve öldürücü aletler alıyor...
Şimdi, padişah, o
asılmış adama, rastgele okları, kurşunları
yağdırmağa başlıyor.
Hal böyle olunca... O korkunç
manzarayı temaşa eden biri için o padişahtan korkmadan, merhamet
nazarına sığınmamak ve korkmamak, o saltanatı görmeden
geçip, asılmış adama bakmak ve ondan korkmamak doğru olur
mu? Sonra böyle şeyi, akıl mantık nasıl doğru bulur?
Hayır, hiçbir zaman doğru bulmaz ve seyircinin haline şu hükmü
verir:
-< Aklı gitmiş,
hissiyatı bozulmuş ve neticede bir hayvandır, ki; insana
benzemez.>
Her şeyin hakikatına
erdikten sonra, basiretsiz, görmez olmaktan Allah’a
sığınırız. Hakka vardıktan sonra
ayrılmaktan, Hakka yaklaştıktan sonra tekrar maneviyatın
kapanmasından, imandan sonra küfre, hidayetten delalete düşmekten
yine O’na sığınırız...
Dünya, anlattığımız
o büyük ırmaktır. O her gün taşmakta olan su ise,
insanoğlunun şehveti ve lezzetidir. İnsanlara çarpan, kötü
mahluklar da dalgalardır. Kader-i İlahinin cereyan eden bela ve
mihnetleri ise, o oklar ve silahlardır.
Evet, insan oğlunun
başına bu dünyada en çok gelen şey, bela ve mihnettir.
İyilik ara sıra gelir, fakat zahmetler, incitici şeyler o ara
sıra gelen iyiliği unutturur. Ara sıra gelen hoşluklar olsa
bile, yine onda çeşitli felaketler gizlidir. Eğer insan, ibret
nazarı ile bakacak olsa, hayatı ve iyi geçimin yalnız öbür aleme
mahsus olduğunu anlayacaktır. İyi inanmış olan bunu
böyle bilir. Çünkü bu hali bilip anlamak, içinde yaşatmak ehli imana
mahsustur.
Peygamber S.A efendimiz buyuruyor:
- “ Hayat ancak ahiret
hayatıdır.”
Yine buyuruyor:
- “Mümin Allah’ına
kavuşmadıkça rahata eremez.”
Bu sözler imanlı
hakkındadır. Yine buyuruyor:
- “Dünya müminin zindanı,
kafirin cennetidir. “
Yine buyuruyor:
- “Allah korkusu ile dolan kalb,
Hak’ka bağlıdır.”
Bu ayan beyan haberlerle birlikte,
bu dünyada nasıl rahatlık iddia edilir? Şu muhakkak ki; bütün
rahatlık Allah’a bağlanmakta, O’nun emirlerini yerine getirmektedir.
Her halde O’na uymaktır. Onun yolunda boynu eğik olmaktadır.
Kul, ancak
anlattığımız şekilde dünya belasından
kurtulabilir. Kurtulunca da gönlü merhametle dolar, kendisine lutuflar,
ihsanlar olur. Her işi ve her yaptığı doğru olur. Bu
da Allah tarafından ona bir iyilik olarak verilir.
Sana tavsiye: İhsan
edildiğin hiçbir hayrı kimseye söyleme... İsterse bu dostun
olsun...
Sonra, Hikmeti icabı sende
yapacağı ve tecrübe için vereceği bazı belalardan
dolayı Allah’ı ithama kalkışma... Bil ki;sana düşen
vazife, bela olursa sabır göstermektir, hayra da şükretmektir.
Nimeti bulmadan bulmuş gibi
görünüp şükretmek, içinde bulunduğun bir felaketi şikayet
etmekten daha iyidir.
Nimet-i İlâhiye’den mahrum
olan tek kişi gösterebilirmisin? Hayır!.. İşte âyet:
- “Allah’ın nimetlerini
saymağa kalksanız bitiremezsiniz...”
Sende o kadar Nimet-i İlâhiye
var ki; hiç birini görmek istemiyorsun...
Kalben hiçbir mahluka gönül verme.
Ve, kalben, hiçbir kimse ile ünsiyet etme... Bulunduğun hali kimseye
anlatma. Ülfetin Allah’a olsun. Ona güven. Derdini O’nun kuvvetiyle O’na
açarsın... Arada ikinci bir varlık göremezsin... Çünkü
başkası varlığını ispat edip zarar veya menfaat
vermeğe haklı değildir. Belayı senden yine o defeder.
İzzeti ve zilleti O meydana getirir... Ondan başkası ne
yükseklik vaad eder; ne de aşağı derecelere indirir.
Başkası ne zengin edebilir, ne de fakir. Ve hiçbir şeyi hareket
ettiremez ve durduramaz. Hepsini Hak yaratır ve hepsi O’nun yed’inde ve
O’nun iznindedir. Her şey Onun emriyle cereyan eder ve yürür. Her şey
muayyen vakte bağlıdır. Kafi derecede gelir. Sonra gelecek evvel
gelmez. Evvel gelecek de sonraya kalmaz. Allah-ü Taala şöyle buyuruyor:
- “Allah sana bir zarar verecekse
alacak yine O’dur. Şayet sana bir hayır murat edecekse, o hayrı
senden çevirecek yoktur. “
İhsanını
istediği kullara verir. O hem rahim, hem de Gafur’dur...
Afiyette bulunduğun halde
Hak’kı şikayete kalkışma. Yanında Allah!ın bol
nimeti olduğu halde fazlasını isteme. Sana verdiği nimeti
görmez olup inkar yoluna sapma. Bu halin bir nevi istihza olur. Sonra, Allah’ü
Taala seni inceden inceye hesaba çeker. Dünyada belanı arttırır,
ahirette ise seni azarlar. Cehenneme atar.Sonra, seni manevi halden soyar,
rahmet nazarını senden çeker.
Hakikaten şekva(*) etmekten
sakın. Etlerin makaslarla parça parça doğransa da itiraz yoluna
sapma.
Sakın ha sakın itiraz
etme:
- "ALLAH, Allah"
De... Kurtuluş iste. Fakat
şekva etmekle değil. Hazer (**) et... Yanlış yola sapmaktan
kork. Şekva yolunu tutmaktan çekin. Çünkü ademoğlunun
başına gelecek belalar ancak itirazından dolayı gelir...
O, erhamerrahimin olduğu
halde, nasıl O’ndan şikayet edilir? Hakim, Habir; kullarına en
çok acıyan ve lütfunu esirgemeyen o olduğu halde, nasıl Ondan
dert yanılır? O, kullarına zulmetmez. Kuvvetli, işinden iyi
anlayan bir doktora kızılır mı? Evladına acıyan
bir ana cinayetle itham edilir mi?
Peygamber S.A efendimiz şöyle
buyuruyor:
- "Allah-ü Taâla kuluna çok
merhamet eder; bir ananın evladını o kadar esirgemesi
imkansızdır."
Ey zavallı, Allah’a
karşı edep tavrını takın. Zorla gelen belaya sabret,
sabretmeğe çalış. Güçlükle de olsa kendini bu yola
uydurmağa alıştır. Rıza ve muvafakat yolunu tut.
Maneviyattan az buçuk nasibin varsa, bu yolu tutarsın. Hakikaten bu
yola devam edersen eşi bulunmaz bir cevher olursun. Aksi halde her
şey elinden gider, artık bir daha bulmana da imkan kalmaz.
Allah-ü Taâla’nın şu
ayetini dinle:
- "Kıtal(+) size farz
oldu. Halbuki siz bundan hoşlanmazsınız... Bununla beraber sizin
sevdiğiniz şey iyi olabilir, sevdiğiniz şey belki de
fenadır; bunu siz anlayamazsınız, ancak Allah bilir."
Çünkü hakikat ilimleri gizlidir.
Böyle olunca, her hangi bir şeyi hissiyatına göre iyi veya kötü
görerek uygunsuz bir yola sapma.
Eğer takva halinde isen,
Allah’ın emirlerine uymağa bak. Böyle olmak, yolumuzda ilk
basamağı teşkil eder. İkincisi velayet halidir. Burada da
sakin ol. Hiçbir işe karışma. Nefsini güzelleştirmeğe
bak. Haddi hiçbir zaman aşma.
Son mertebe gavs’lık,
bedeliyet hallerine vardığın zaman, kader yolunda
sıddıkiyet mertebesine çıktığın zaman, bütün
yolları gönlüne aç. Yalnız, nefsine meydan verme. Kötü
isteklerini araya sokma.
Dilini şikayetten sakla... Bu
halleri özüne benimsettikten sonra, her şey sana hoş gelir. Gelecek
hayır olursa senin için güzelleşir. Şer gelirse korkma; seni,
taat ibadet yolunda felaketlerden Hak saklar. Seni o beladan dolayı halka
rüsvay etmez. Hatta, o belanın, gelip gidişinden senin haberin bile
olmaz. Bir karanlığın gelişi gibi, akşam gelir; gün
doğunca gider. Gidince de her taraf ışıkla dolar. Ve o
bela, senin için sıcak karşısında yok olan soğuk gibi
olur.
Bu anlatılan güzel
işleri, kendine örnek al ve misallerden ibret almağa çalış.
Bu bela geldikten sonra günaha, kötülüğe yaklaşma... Kerim olan
mevlanın huzuruna günahla giremezsin. Oraya ancak iyiler girerler. O,
kapısına ancak temizleri sokar. Kapısına ancak bütün manevi
hastalıklardan beri olanları alır. Nasıl ki, bir
padişahın huzuruna, bütün koku ve kirlerden temiz olanların
girmesi icap eder. Hak’ka da ancak saf, temiz olanlar gider.
Beladan korkma.... Onlar günahlara
kefaret olur. Nasıl ki; Peygamber S.A. efendimiz bu hali işaret
ederek:
- "Bir günlük sıtma, bir
yıllık günaha kefaret sayılır."
Buyurmuştur. Zahirde bela
gibi görünen haller, seni daha da olgunlaştırır; bulunduğun
hali muhafaza hakkı sana tanınır. İlahi
sırları saklamağa emin görünürsün. Kalbin nurlanır, gönlün
açılır. Lisanında bir fesahet olur. Bu fesahetin sebebiyle
hikmetli konuşmalar yaparsın. Sana muhabbet, sevgi yolları
açılır, hep bunları anlatırsın... Sendeki bu üstünlük
sebebi ile herkesin sevdiği bir varlık olursun. İnsanlar da seni
sever, başka yaratılmışlar da... Dünya da sana koşar,
ahiret de....
Sen artık Allah’ın
sevgilisi oldun. Her şey seni sevmeğe başlar. Mahlukatın
sevgisi, Hak’kın sevgisine bağlıdır. Aynı şekilde
buğzu da, O’nun buğzuna bağlıdır.
Allah seni sevince; seni her
şey sever. Buğzedince de her varlık sana düşman olur.
Bu makama yetiştiğin
zaman Hak’ka kavuşmuş olursun. Kendi varlığın gider.
Bir şey dileyemez olursun. Yanılıp da istekte bulunacak olsan,
alacağın zaman bir de bakarsın ki, o şey kaybolmuş
gitmiş.
Bu halinde, dünyadan sana pek az
nasip verilir. Asıl çoğu senin için öteki aleme saklanır. Burada
isteyip alamadığını ötede bol bol alırsın.
Bunların arasında o kadar büyük nimetler vardır ki, akıl
bir türlü onun aslına eremez.
Yükseğin yükseği ve
gönlün mesrur olacağı her büyük nimet orada bulunur.
Eğer bunları beklemeden,
bu meşekkâtli teklif evinde onlara kavuşmak istersen, az bir şey
alabilirsin, fakat buna mukabil kalbin safiyeti gider, basiretin söner.
Asıl istenen ve tahakkuku ahirete kalan nimetlere kavuşmaktan mahrum
edilirsin. Halbuki senin isteyeceğin ne dünyaya ne de ahirete ait
olmalı; sebepleri yaratan, yeri seren, semayı yükselten mevla
olmalı. Halbuki sen, ne buranın, ne de öteki alemin nimetini
beklemeden az bir dünyalığa razı oluyorsun.
Kullarına doğru yolu o
nasip eder, o süphandır, en iyiyi bilen O’dur...
Henüz iman bakımından
olgunlaşmadığın ve yakin hali hali yönünden hakikate
ermediğin bir zamanda; bir kimseye her hangi bir şeyi vaad edersen
sakın dönme; ta ki; imanın yokluğa gömülmesin ve yakin halin
elinden gitmesin.
İmanın kalbinde
kuvvetlendiği, yakin halin de hakikate erdiği zaman, sana manen
şu hitap gelir:
- "Sen bugün bizim
devletimizde kararlı ve eminsin."
Bu hitap sana tekrar tekrar ve her
tekrarında ayrı bir şekilde söylenir...
Sen artık bu hallerden sonra
seçkin olursun, belki daha üstün. Varlığın Hak
varlığına kavuşur, iraden kalmaz. Aradığın
her şeyi sende bulursun. Hayrete düşecek acaiplik görmezsin. Bu
hallerin hiç biri seni şaşırtmaz... Ne, gördüğün Hak’ka
yakınlık gözlerini kamaştırır, ne de bulunduğun
derece seni hayrete düşürür.
Himmetin yükseldikçe yükselir,
maddi varlığın akar gider. Dileğini Hak’ka teslim edersin,
yaratılmış şeylere değil. Gönlünü onların
sahibine verirsin. Ne dünya ne de ahiret, hiç birini arzu etmezsin. Gönlünü
mevlaya verir, kalbini O’ndan gayri her şeyden temizlersin. Çünkü;
Allah’ın rızasına kavuştun; cennetine vaat aldın...
Netice: Hak işlerdeki manevi tecelliyi anladın ve onlardan
hoşlandın... İşte, bu in’am(++) ve ihsanlar imanından
dolayı sana yapılıyor.
Anlattığımız
hallerden birine erdiğin vakit, en ufak şahsi şey düşünecek
olursan öteye geçemezsin; düşünmezsen bir evvelki halin daha ilerisine,
daha üstün ve güzeline kavuşursun. Evvelkinden hoşlanmaz öbürüne
koşarsın... Sana bütün ilim ve anlayış kapısı
açılır, bu sayede içinden çıkılmayacak en ince meseleleri
çözersin. O meselelerdeki hikmet kapılarını açar, saklı
iyilikleri meydana çıkarırsın...
(*) şikayet,
hoşnutsuzluk, sızlanma
(**) sakınma, korunma, kaçınma
(+) savaş, birbirini öldürme
(++) nimet verme, iyilik yapma
"SANA ŞÜPHE VERENİ BIRAK"
HADİS-İ
ŞERİFİNİN AÇIKLANMASI
Biri şüpheli, diğeri
şüphesiz iki şey arasında kalırsan şüphesiz
tarafı al, öteki tarafı bırak. Mümkün olduğu kadar
şüpheli şeylerden kaç.
Her hangi bir şeyin
şüpheli tarafı kalmasa dahi kalbin razı değilse yine alma,
bekle. Zuhurata tabi ol. Bilhassa manevi emirle yasak olduğu bildirilen
şeyi yapma, emre uy. Sanki o yapacağın şeyle hiç karşılaşmadın.
Rabbına dön, rızkını ondan bekle. Eğer O’nun
kapısına gitmek istemezsen seni hatırına bile getirmez. Hak
Taâla seni unutmaz. Kafirlerin bile rızkını verir. Seni hiç
unutur mu? Yeter ki, sen O’nun emirlerine uyasın. Gece gündüz O’nun
yolunda gitmeğe gayret et. Sen mümin, muvahhid(*) gece gündüz O’nun
kulluğuna bağlı olursan seni unutmaz ve rızkını
bol bol gönderir.
Başka mana: Halkın sahip
olduğu malı bırak, onlardan bir şey bekleme. Kalbini onlara
bağlama, ne onlardan kork ne de bir şey bekle. Senin için haram
olmayan şüpheden de beri olan Allah’ın helal gösterdiği
şeyi al...
Her şeyi O büyük
varlığa bağlamalısın. İsteyeceğini O’ndan
istemelisin. Sonra, her şeyini O varlık verebilir. Ümidin ve korkun
da O’ndan olmalı. O büyük varlık da Hak Taâla olduğunu bil..
Her varlığın
yakasını O tutmuştur. Halkın kalbi O’nun emri ile çarpar.
Şu, ayakta gezen varlıklara O hayat verir. Onlardan sana bir iyilik
gelirse, onlardan değil Hak’tan bil. Onlar mallarının
başına hak tarafından bekçi olarak konmuşlardır. Onlar
bir nevi Hak tarafından vekil olarak, mallarının
başında beklerler.
Sana her hangi bir şey
verilirse Hak’kın emri ile geldiğini anla. Verdiren ve verdirmeyen
O’dur. Aziz Mevla şöyle buyuruyor:
- “Allah’ın
ihsanını isteyiniz. Allah’tan başka
çağırdığınız putlar size gıda vermezler.
Rızkınızı Allah’tan isteyiniz. O’na yalvarınız.
O’na şükrediniz. Çünkü O’na döneceksiniz. Kullarım benden sorarlarsa,
yakın olduğumu söyle.. Ben dua edenin duasını
işitirim, bana dua ediniz ki, kabul edeyim.”
Sizi besleyen
Allah’tır. O metin dir. Kuvvet sahibidir. Allah dileğine
hesapsız rızık verir.
(*) muvahhid
Rüya gördüm: Büyük bir topluluk içindeydim. Şeytan da
orada idi. Onu öldürmek istedim. Bana şöyle dedi:
- <Beni neden öldürmek istiyorsun? Benim ne
günahım var? Eğer bir şey şer olacaksa, onu hayra
çeviremem. Yine bir şey hayır olarak kalacaksa, onu da şer
yapmağa gücüm yetmez. Benim elimde n var? >
Tipi erkekle kadın arası bir halde idi. Güzel
konuşması (!) vardı. Yüzü buruşuktu. Çenesinde biraz
kıl vardı. Görünüşü çirkindi. Biçimi sevilecek gibi
değildi.
Sora yüzüme baktı, hafifçe utanarak gülümsedi.
Bu vaka: Hicri 12. Zilhicce’nin 516 Pazar gecesi oldu.
Allah, kulunu imanı nispetinde dener. Bu böyledir.
İman yükseldikçe deneme nispeti o derece artar. Büyür. Çoğalır.
Resûl’ün imtihanı, nebininkinden büyüktür. Çünkü
imanı üstündür. Nebinin başına gelen de bedelin başına
gelenden ağırdır. Bedelin iptilası da velininkinden zordur.
Çünkü iman bakımından veliden ileridir.
Velhasıl herkes imanı nispetinde denenir.
Şu Hadis-i Şerif bu durumu çok güzel
anlatır:
- “Biz peygamberler zümresiyiz. Belanın en çoğu
bize verilmiştir. Sonra sıra ile....”
Allah’ü Taâla bunların gaflet yoluna
sapmalarını istemez. Daima huzur içinde olmalarını arzu
eder. Bu sebeple büyüklere belaya karşı tahammül verir. Çünkü, Hak'ka
koşarlar. Seven, sevdiğinden başka bir şey istemez. Bela
bunların kalbinde bekçidir. Nefislerinin de bağıdır.
Onları asıl matlup(*) olan, Haktan başkasına
meyletmekten korur. Yaratandan başkasına sığınmaktan
esirger.
Bu hallerinde o büyük insanların kötülüğe
karşı meyilleri kalmaz. Nefisleri kırılır. Hak
batıldan böylelikle ayrılır. Şehvet ve şahsi arzu
hisleri bertaraf olur. Onlar, nefislerinin hoşuna giden şeylere
meyletmekten çok korkarlar. O nefsin hoşuna giden, ister dünya işi
olsun, isterse ahiret...
Bu güzel halle onlar daima Hak’kın rızası
yoluna koşmaya çalışır. O’nun hükmüne razı olurlar.
Hak ne verdiyse onunla yetinirler.
Onlar, imtihan yolu ile gelen belalara sabreder,
böylelikle halkın şerrini görmezler. Her şeyden emin olarak
yaşarlar. Onlar bu hallerinde nefislerini kırar, hakka götürmeğe
gayret ederler.
İnsan kendine böyle bir yol tuttuktan sonra, kalben
gideceği hakiki yolda kuvvet bulur. Diğer azaların da kötü yola
gitmesini önler.
Çünkü, bela imtihan için gelir. Kalbi kuvvetlendirir.
Vicdani kanaati arttırır. İmanı hakikate erdirir. Hak yolda
sabrı çoğaltır. Nefsi kötü arzuları zayıflatır.
Her bela geldikte, mümin de sabır ve hakkın hikmetli işlerine
karşı teslim ve rıza olur. Ona her işinde yardım eder.
Bol nimet gönderir. Kula, her yaptığı işte muvaffakiyet
ihsan eder. Âyet:
- “Eğer şükrederseniz, biz de
ihsanımızı arttırırız. “
Nefis, kötülüklerden her hangi birine hoşlanarak
giderse, şehvet yolunda harekete geçtiği zaman da, kalp ona yersiz
olarak uyarsa, Hak’tan gafil olur. Bu gafletin bir neticesi olarak, Hak Taâla
hem nefse, hem de kalbe felaketli işleri verir, aleme rüsvay eder.
Çeşitli felaketlere uğratır. Halkı başına
musallat eder. Aç bırakır. Hasta eder. Bunların sonu, karasız
bir durum alırlar. Böylece hem kalp, hem de nefis bulacaklarını
bulurlar.
Eğer kalp, nefsin isteğine uymaz, dini bir emir
almadan hareket etmezse- bu emir veliler ilham, peygamberlere de vahiy yolu
ile, diğerlerine işaretle gelir- Hak Taâla mükafat olarak kalbe
ihsanlar yapar. Rahmetine bol kılar. Bereketini arttırır. Afiyet
ihsan eder. Her şeyden razı olma tadını verir. Nur, marifet
ve kendine yakınlık verir. Kalbin zenginliği ve bütün belalardan
kurtulmak yolunu gösterir. Aynı zamanda düşmanlara karşı
yardım eder.
Bu anlattıklarımızı iyi anla. Kendini
hak yolda muhafaza et. Nefsine icabet etme. Belaya girmekten sakın. Hak
yolda Allah’ın emrini gözet. Dünya ve ahiret işlerinde O’na teslim
ol...
Ve....... Allah dilerse böyle ol!.....
(*) matlup
Azla yetin ve ciddi olarak böyle kal... Daha yüksek
dereceye çıkıncaya kadar haline şükret. İyisine
kavuştuğun zaman da elinde bulunanın kıymetini bil...
İlk başta sabırlı ol. Sabırsız insana iyilik
yakışmaz. Sabır, insanın kıymetini arttırır.
Dünyanın nimeti her an değişir. Sabırlı olursan
durmadan yükselirsin, iyiliklere kavuşursun.
Şunu iyi bil ki; her şeyin ardından
koşmak, ele bir şey geçirmez. Yalnız, kısmet olan gelir.
Sabırla kısmetini beklemen, nasibini eksiltmez. Ne her şeye
hırsla koş, ne de gelecek olan gelir diye, otur. Yat....
Geleni al. Giden için de üzülme. Eğer bir şey
nasip değilse yıllarca didinsen eline geçmez. Hırsı
bırak, sabırlı ol. Halini muhafaza et. Kalbine sahip ol. Kötülük
koyma. Allah’tan afiyet iste. Sebebe yapışmayı da ihmal etme.
Allah’ın emri dışında kimseden bir
şey alma. Yine O’nun emri dışında kimseye bir şey
verme. Kendi hevesine kapılıp çeşitli işler yapma. Kendine
bu kadar fazla güvenme. Allah’a güven. Mağrur olma. Sonra senden daha
şerli kimseleri başına bela eder. Her şeye
hakkını ver. Zalim olma. Zalim Allah’ı aldatamaz. Kahrından
kurtulamaz. Hak Taâla şöyle buyurdu:
- “Biz, zalimleri birbirine düşürürüz. “
Allah’ın emri kat’i, askerleri kuvvetli,
saltanatı sonsuzdur. Her emri, istisnasız yerine gelir. Bunlara iyice
inan. Böyle bir padişahın mülkünde
yaşadığını bil. O’nun mülkü devam eder. İlmi,
bütün kainatı kuşatmıştır. Hükmü her yerde geçer. Her
yaptığı işte adalet vardır. Ne yerde, ne de gökte
O’ndan saklanan bir şey olmaz. Hiçbir zalimin kötülüğü yanına
kalmaz. İnsanın kendi mevhum varlığını ortaya
atması da bir zülümdür. Allah’ı bırakıp mahluka güvenmek de
şirk olur. Nefsini ve halkı bırak yalnız Allah’a kul ol.
Şirkin büyük zulüm olduğunu Allah’u Taâla, şu âyet-i Kerimelerle
bize haber verir.
- “Şirk koşma, şirk büyük zulümdur. “
- “Allah şirki bağışlamaz. Ondan
gayrı her günahı isterse affeder.”
Şirke yanaşma, şirkten çok sakın.
Bütün halinde Allah’a ortak koşmaktan kork. Kalbinle ve diğer
duygularınla günah işlemekten kork. Günahın gizlisini,
aşikaresini bırak. Allah’tan kaçma, nereye gitsen seni bulur.
Allah’ın verdiği hükümler karşı olma, sonra seni ezer.
O’nun işlerine karışma, rezil olursun. O’ndan gafil olma,
uyandırırsa utanırsın. O’nun sırlarını
yabancılara açma, mahvolursun. Allah’ın gösterdiği yolu keyfine
göre tefsir etme, yerin dibine batarsın. Kalbin kapkara olur. İman
nurun söner. Anlayışın yok olur. Şeytanlar üzerine
atılır. Nefsin seni boğar. Bütün dostların düşman
olur. Komşuların seni sevmez. Arkadaşların senden
uzaklaşır. Evinde bulunan yılan, akrep, cinler ve bütün hayvanat
sana hıyanet eder. Dünyada kısmetin kesilir. Ahirette ise en çetin
azaba girersin.
Ciddi olarak Allah’a isyan etmekten kaçın. O’nun
rahmet kapısına devam et. Bütün gücünü ve kuvvetini Allah için harca.
Taatında sarfet. Yalvar, ihtiyaçlarını O’na arz et.
Başını önüne eğ, kork, Hak’kın gayrına nazar
etme. Hevaya koşma, yaptığın işlere
karşılık bekleme. Ne dünyayı iste. Ne de ahiretin
güzelliklerini taleb et. Hiçbir şeyden Hak taleb etme, kendini bir
kul gör. Şunu iyi bil ki; kul ve elindeki bütün mal mülk efendisinindir,
hiçbirine karşı hak iddiasında bulunamazsın.
Edepli ol... Hak katında her şey ölçülüdür. Ne
geç olacak erken olur, ne de erken gelecek sonraya kalır. Zamanı
gelince nasibin gelir. İstesen de istemesen de hakkını
alırsın...
Senin için gelmesi mukadder olan şeylere hırs
göstermen yersizdir. Senin için olmayan, başkasının
hakkı olan şeylere, hasret çekmen yakışıksızdır.
Halen kimseye mal olmayan şeyler iki
kısımdır: Birincisi senin olması ihtimalidir. Eğer
böyle ise o şeye neden hasret çekip üzüntü duyarsın. Bugün olmasa
dahi, yarın o senindir. Nasıl olsa bir gün ona kavuşursun.
İkincisine gelince, senin olmayacak şeylerdir. Bu durum ciddi ise,
yine üzüntün ve çektiğin yorgunluk boştur. Nasıl olsa sana
gelmez. Onun ardından koşman sana ne fayda sağlar. Sana, ancak
boş yere zahmet çekmek kalır.
Allah yolunda, ne gibi bir terbiye tavrı
takınmak gerekse onları bulmağa çalış. Bulunduğun
halde Allah’a kulluk et. Hazır vaktini O’nun yoluna harca.
Başını ondan başkası için eğme. Gözlerini O’ndan
gayrı şeye atma. Allah-ü Taâla şöyle buyurdu:
- “Gözlerini, dünya adamlarına verdiğimiz
nimetlere uzatma. Onlar geçici şeylerdir. Dünya süsüdür. Biz onları
tecrübe ediyoruz. Rabbın sana verdiği, hem devamlı, hem de
sonsuzdur. “
Bu Âyet-i Kerime’nin hükmüne göre, Hak’tan gayrı
şeylere bakman yasaktır. Ne olursa olsun, dünya için sana yetecek
kadar rızık verilmiştir. Asıl vazifen ahiret için azık
hazırlamaktır, ona çalış. Bilemezsin, belki dünyalık
işlerin bol olsa imanın elden gider, helak olursun...
Mesela: Her şeyi iyi ölçülere vurmayı bilerek
dünya nimetlerinden sayılan güzel bir kadın alırsın. ( Bu
mutlaka lazımdır) Buna ihtiyacın vardır. Bu ihtiyacın
giderilmesi bir çok güç şartlara bağlıdır. Bu
güçlükler elindeki şaşmaz kıstasa göre olursa, kolay olur.
Evvela biraz tuhaf görünürse de, sonra kirden temiz, saf, güzel bir mükafat olur.
Bu sayede kendini kötü yoldan, kinden, öfkeden, onun bunun namusuna bakmaktan
kurtarmış olursun.
Yine elindeki sağlam ölçülerle yürüdüğün
takdirde, çoluk çocuk yükleri sana hafif gelir. Elbetteki bu hafiflik, Allah
yolunda olduğun müddet devam eder. Allah-ü Taâla yolunda olan
kullarını haber verirken, ev halkını islah
ettiğini de haber vererek:
- “Biz, ona zevcini yarar hale getirdik.”
Yine bir kulunun ağzından şöyle
hikaye eder:
- <Yarabbi, bize hanımlarımızdan ve
türeyecek sülalemizden gözdeler yap. Bizi iman sahiplerine önder
kıl...>
Bir babanın çocuğuna duasını da
şöyle haber verir:
- <Yarabbi, onu halinden hoşnut kıl.>
Bu ayetler birer duadır. Bu duaları okuman
lazım. Çocukların ve gelecek zürriyetin için böyle dua et!
Muhakkak ki, ilahi saltanat hükmünü sürer. Senin dua etmen
veya etmemen, onda bir şey arttırmaz veya eksiltmez; ama senin için
çok önemi vardır. Yapacağın bir dua ile, zararlı şey
zararsız şey haline gelebilir, az şeyle çok iş
görebilirsin. İşte bu sebepten her zaman dua et ve Allah’a her zaman
yalvar.
Bu dua işi, yalnız aile hayatını
korumakla değil, dünyada bütün nimetlerde aynıdır. Elbette ki,
hak ölçülere bağlı olarak, tabii ihtiyaçların hepsini tatmin
edeceksin. Yemeklerini muntazaman yiyecek ve giyeceğini zamanın
ihtiyacına göre temine çalışacaksın. Bunları yaparken
ilahî emri takip ettiğin için maddi ve manevi mükafât alırsın.
Kıldığın namaz, tuttuğun oruç, yaptığın
haç gibi faydalı ibadetlerden daima iyilik bulursun.
İhtiyacından artan şeyleri, ayrıca
sarfedersen daha faydalı olur. Bunları sarfederken evvela fakir,
ihtiyaçlı dostlarını, yakın komşularını ve
diğer fakir din kardeşlerini gözetmelisin. Bunlara verirken elindeki
malını ona göre hesaplarsın. Herkese halince verirsin, kendi
ihtiyacını da göz önünde tutarsın. Her:
- “ Muhtaçtır..”
Denilene bol keseden verme. Haber, görme gibi
değildir. Gör, tahkik et, ondan sonra ver.
Hr işlerinde olduğu gibi, bu işlerde de
manevi yolu elden bırakma. Şüpheli şeylere karışma.
Daima açık kalpli ve doğru ol.
Sabırlı ol,sabırlı... Allah’ın
rızasını gözet, rızasını...
Kalbini muhafaza et, kalbini... Huzur içinde
yaşa,huzur içinde... Şahsiyetini elde tut, elde... Sessiz olmaya
çalış, sessiz... Daima yerinde konuşmaya alış,
uygunsuz şeylerden çekin. Kurtuluş yollarını ara...
Uçurumlardan sakın. Ruhî ve derunî kuvvetler önünde başını
eğ; kalb alemine dal... Utan... Utan... Allah... Allah... Allah... Sonra
yine Allah... Taa, iş sonuna varıncaya kadar böyle...
O zaman ölmeden evvel ölürsün, o devreye kadar
çektiğin elemler sona erer. Îlahi rahmet, fazilet denizine girersin. Orada
temiz olunca çıkarılırsın. Çıkınca, çeşitli
nurlar gönlüne dolar. Bilinmeyen sırlara sahip olursun. Hiç kimsenin
bilemiyeceği sırları öğrenir, garip diyarlar görürsün.
Daha sonraları, rahmet kapıları önünde
perde perde açılır. Sen orada, aldığın ilhamlarla
açık açık konuşmağa başlarsın. Benliğin
ölmüştür. Bu durumda ilahi varlık seni tamamen
kapamıştır.
Bu halde, sana verilen artık alınmaz.
Yokluğu olmayan bir zenginliğe erişirsin.
Kuvvetini kimse yenemez. Yüksekliğine kimse erişemez.
Eriştiğin bu makam, Hz. Yusuf
makamıdır. Ona söylenen şu hitap sana da söylenir:
- <Sen bizim yanımızda yerli ve eminsin.>
Hz. Yusuf’a gelen bu hitap, zahirde Mısır
sultanının ağzından çıkmıştır.
Aslında o sultan, Hak lisanına bir perde sayılırdı.
Esas söz; Allah’ındı... O, zahirde bir padişah
sayılır, ama onun temsil ettiği makam, nefis, marifet, ilim,
yakınlık, hususiyet yüksek derecede idi. Arif olanlar bu hali daha
iyi anlarlar.
Dünyalık nimetlerin çoğalmasına ne hacet
var. Elinde az da olsa seni geçindirecek kadar dünyalığın
mevcuttur. Bu arada sana gereken en önemli iş kanaat sahibi olmaktır.
Haline razı ol, fazlasını isteme, gelirse
al. Her şeyi Hak’tan bil. Helalinden almağa gayret et. Yolun böyle
olsun. Bütün gayretini Hak yolunda sarf et. Her istediğin ve her arzun
Allah yolunda devam etsin. Ancak bu şekilde hareket edersen doğruyu
bulman mümkündür. İyiliğe bu yoldan varılır. Gerek dünya
gerekse ahiret güzelliklerini, Allah rızasını kazandıktan
sonra bulabilirsin. Bir Âyet-i Kerime de mealen şöyle buyurulur:
- “Onların yaptıklarına mükafat olarak,
öbür alemde verilecek nimetlere kimsenin aklı ermez. O göz
kamaştırıcı nimetleri hiçbir nefis bilemez.”
Beş vakit namazı, vaktinde eda etmekten daha
güzel bir şey olamaz. Günahları bırakıp, Hak yoluna
girmekten daha hayırlı bir şey tasavvur edilemez. Bizim
anlattıklarımızdan daha yararlı bir söz söylenemez.
Allah, bunları yapmayı bizlere nasip etsin. Cümlemizi, sevdiği
yolda muvaffak buyursun.
Ey dünyalıktan mahrum kimse, zamana ve insanlara
hoş görünmeyen ve onların bir yanda bıraktığı
zavallı insan.
Ey sultanlar yanında hatırlanmayan ve dünya
erbabı meclisinde ismi geçmeyen çaresiz adam.
Ey aç,cesedi çıplak, ciğeri susuzluktan
yanmış bitkin...
Ey bütün ihtiyaçlarla sıkışan, kalbi darda
kalan, gönlü kırılan, hiçbir maksadını yerine getiremeyen,
gittiği kapıdan kovulan, mescit köşelerinde kalan, sokaklarda
sürünmekle gününü geçiren adam.
Senin bu anlattığım hallerde:
- “Allah beni fakir etti, dünyayı elimden aldı.
Beni perişan etti, terk etti. Buğzetti. İşlerimi
dağıttı. Hiçbir işimi yerine getirmedi. Bana ihanet etti.
Dünyalık olarak yeter derecede mal vermedi. Şerefimi söndürdü.
Padişahlar katında, arkadaşlarım arasında beni
yükseltmedi. Halbuki başkalarına bol nimetler verdi. Günleri geceleri
o nimetler içinde geçer oldu. Halbuki hepimiz de müslümanız. Babamız
Adem, anamız Havva... Ben böyle olayım da onlar niçin böyle olsun?
Gibi özler sakın senin ağzından
çıkmasın.!..
Senin bulunduğun hali anlatalım: Bir defa
Allah-ü Taâla’nın, seni bu halde bırakması bir hikmeti
icabıdır. Çünkü senin yaratılışında bir hürlük
vardır. Allah tarafından sana sabır, rıza, muvafakat
verilmişti ki, bunlar en büyük nimetlerdir. Aynı zamanda iman, ilim,
tevhid nurları sende vardır. İman ağacın daha
eskimemiştir. Tohumları ve fidanları henüz çürümemiştir,
kuvvetlidir, yaprağı boldur. Her gün dal salmakta, çeşitli
gölgelik vermekte, ayrı ayrı yönlerden büyümekte ve meyve
vermektedir. Senin çalı ile değnekle, onu muhafaza etmene, büyütmene,
beklemene lüzum yoktur...
Allah sana, dünya işlerinde az fakat rahat
edeceğin şeyleri verdi. Ama ahirette hiçbir gözün görmediği ve
hiçbir kulağın işitmediği ve hiç kimsenin
hatırına gelmeyen büyük nimetleri senin için hazırladı.
Bunları orada sana çok bol olarak ihsan buyuracaktır. Âyet:
- “Hiçbir nefis, kendileri için öteki alemde
hazırlananların neler olduğunu bilmez. Halbuki onlar
gayet mesrur edici şeylerdir. Yaptıklarınıza mükafat olarak
verilir. “
Bunun manası şudur: Allah’ın emirlerine
uydukları ve bu yolda devam ettikleri için bunlar kötülükleri
bırakırlar, Allah’a teslim olur ve her işlerini ona
ısmarlarlar. İşte o büyük mükafata bu sebepten ererler...
Yüzünden edep, namus v kanaat perdesini açma... Bunun
aksine yaptığın an halka rüsvay olursun...
Halkın yardımını kalbinden çıkar,
onlara güvenme... Kudreti, kuvveti Allah’tan gör!..
Hakkı ve hakikatı gör, her halinde manevi
meşgalen bu olursa, benliğin ölür, şahsi arzuların söner.
Şahsiyetçilik davasından kurtulur, herkesin iyiliğini
gözetmeğe başlarsın... Dünya gözünden silinir yalnız
ahiret, cennet sevgisi ve cehennem korkusu ile işlerini yapmaz olursun.
Ruhunda sonsuz bir huzur duyar, Hak’kın iradesini görürsün... Kalbin, Hak
ve hikmetle dolar. Zulmet kaybolur, nura boğulursun.
Daima, Hak’kı gözet ki; kalbinde yalnız Allah
sevgisi yaşasın. Başkasına giriş hakkı kalmaz
olur. Bu durumda İlâhi Vahdetin kapısı olan kalb basiretinin
bekçisi olursun. Elinde tevhid, azamet, ceberut kılıcı olur. Her
gördüğün aşağılık duyguları ruhundan kovar ve
lüzumsuz şeyleri kökünden yok edersin.
Nefsin de, sana baş kaldıramaz. Hele kötü arzu
timsali olan heva; şahsiyetçiliği temsil eden irade ve arzu, sana
hiçbir zaman dünya ve ahiret işlerinde yol gösteremez.
Kalbinde, bir Hak ölçü vardır.
İşittiğin her söz, gördüğün her hareketi Hak ölçülere
vurursun. Daha ileri giderek Hak’kın rızası önünde boyun
eğer, bütün varlığınla ona teslim olursun. Bu halinde
Allah’ın kulu ve emrine bağlı kalır, halka uymaz ve
onların arzularına gidemezsin. Bir zaman böyle gider.
Zaman olur, benliğin tamamen ölür. Bir hayali
varlık gibi gezersin. Allah-ü Taâlâ bütün kuvveti ile seni muhafaza eder.
Azamet ve sultanlığı hisarına sokar, hakikat ve tevhid
askeri ile etrafını çevirir. Her adım atışında
gayri ihtiyari dikkatli olmağa başlarsın. Çünkü, İlâhi
bekçiler senindir. Nefis, şeytan, heva, irade, boş ümit, yalancı
çağrı ve daha tabiatın nice kötülük ve
şaşkınlıkları sana yol bulamaz. Ama her halde kader
kendini gösterir.
Halk sana gelir nur almak için. Halk sana uyar
doğruyu bulmak için... Halk seni ister, maddi ve manevi
bataklıklardan kurtulmak için.
Sen halka yol gösteren, dinin inceliklerini öğreten
örnek bir insan olursun. Sende çeşitli kerametler görülür, ama onlara
aldanmadan Allah’a ibadet edersin. Hak yolunda mücadele ederek, çeşitli
güçlüklere göğüs gererek Allah’a kullukta, yani ibadette sabredersin.
O’nun yardımı ile, her kötülükten mahfuz ve örnek bir insan olarak
kalırsın.
Halkın meyli seni aldatmaz. Onların sevgi
gösterisi seni yoldan çıkaramaz. Onların seni büyütmeleri, elini
eteğini öpmeğe koşmaları, kendini olduğundan fazla
göstermeğe yaramaz. Sen onlardan lüzumunda istifade etmeği de
bilirsin. Hak ölçüler dahilinde, ihtiyacın kadar alır, ötesini terkedersin...
ALLAH-Ü TAÂLÂ, o sultan hakkında şöyle
buyurdu:
- “Biz Yusuf’u o yere sultan yaptık.”
Yine buyurdu:
- “O, dilediğini yapar oldu. Biz rahmetimizi
istediğimize kondururuz, iyi kişilerin mükafatını
eksiltmeyiz. “
İşte, bu cümleler, Hz. Yusuf’un meleki
sıfatını anlatır.Onun nefis tarafını
anlatırken de şöyle buyurulur:
- “Biz, böylece ondan bütün kötülükleri çevirdik, çünkü o,
bizim ihlas sahibi kullarımızdandır. “
Hz. Yusuf’un marifet tarafı da şöyle dile
geliyor:
- “Bunlar, <rüya tabiri ve hadislerin tevili>
Rabbımın bana öğrettiklerindendir. Allah’a inanmayan
cemaatı kati olarak terkettim. Onlar ahiret gününe de
inanmıyorlardı...”
Bu kitaplar, bir gün sana da gelir; o zaman büyük bir dost
sayılırsın. Büyük nasibini almış olursun. Sonsuz ilim,
sonsuz kudret, seni kaplamış olur. Saltanatın her yere
şamil; emrin her yerde geçerli... Nefsin, senin için faydalı olur.
Allah’ın izni ile her şeye sözün geçtiği gibi nefsine de sözünü
dinletirsin.
Dünya ve ukba işlerinin sahibi Allah’dır. Cennet
O’nun elindedir. Nazarlarımız, O’nun kuvveti, kudreti yüzüne çevrili.
O bizim zengin, cömert mevlamızdır. Her şeyi bol ve ziyadesi ile
verir.
İsteklerin son durağı orasıdır.
Ondan öteye yol yoktur. El açacak ve yalvaracak kimse bulunamaz.
Bu anlatılanlar bir sırdır... Ve sözde
kalır... Hakikatına Allah eriştirir. Çünkü O Rahimdir...
Hayrı ve şerri iki cins meyve gör. Bunların
kökü, bittiği yer aynı... Aynı ağacın iki ayrı
dalında yetişirler. Fakat biri tatlı, biri acı... Bir dalda
beldeler, iklimler, küreler bulunur. İşte bu dal da meyve yüklüdür.
Ve bu meyve acıdır. Bundan uzaklaş, her şeyi ile ondan uzak
ol...
Tatlı ağaca yanaş. Onun yetiştiricisi
ve hâdimi(*) ol...
Bu dalları ve meyvelerini iyi tanı. Her ikisini
iyi bil. Fakat, sabret ve onun yetişmesini bekle... Ve kuvvetli ol.
Sakın ve çok çekin!.. Acı ve tatsız meyveli
dala yanaşma. Ondan yediğin an helak olursun, onun acısı
seni helak eder.
Daima dikkatli, ölçülü olmalısın. Elinde ölçü
olarak Allah’ın Peygamber’inin (S:A) emri olmalı. Bu ölçüler elinde
olmadan meyveleri ayırt etmek senin için kolay olmaz. Yoluna böyle
devam ettikçe, rahat, huzur ve emniyet içinde olursun.
Şunu iyi bil ki bütün bu kötülükler, o acı
meyveden doğar. Onu terkettiğin an felaket ve beladan uzak
kalırsın.
Her iki meyveyi de önüne koy ve bak. Şekilleri
aynı, tatları ayrıdır. Çok kere bilmeden veya ölçüsüzlük
yüzünden bir uçuruma düşersin. Ona el atar, hata edersin. Ve onu bu
hatanın mükafatı (!) yersin.
Belki bir an için sana lezzet verir. Şehevi
arzularını tahrik eder, hoşlanırsın. Fakat
yapacağı felaketi takdir edemezsin, dimağını boza.
Manevi teneffüs cihazını berbat eder. Bütün acılığı
damarlarına yayılır. Vücudun bütün parçalarını kaplar.
Sonra yapacağı felaketler saymakla bitmez ki... Bu durumda belki bir
an kendine gelir, ağzındaki acıyı gidermek için su
alırsın, ama çaresiz... Hiçbir fayda vermez. Çünkü o zehir vücuduna
yayılmıştır...
Eğer ölçüleri iyi kullanıp tatlı
meyvayı yeseydin, durum böyle olmazdı. Her halinde iyilik görünür ve
bütün varlığın hoşlukta toplanırdı...
Hal malum... İkinci bir iş yapman lazım.Bu
muhakkak bilinmelidir ki, ilinci sefer el atacağın acı meyva
olmamalı. Eğer bir daha düşersen kalkman zor olur. Az önce anlattıklarım,
birer birer felaket halinde başına çöker, kurtulamazsın.
İyilik timsali olan ağaçtan ve meyveden
uzaklaşma. Onu bilmemezlikten gelme. Her yerde onu ara ve onunla olmaya
bak. Ve daima onunla olmağa alış,hak ölçüleri elden
bırakmamağa çabala...
(*) Hâdim: Hizmet edeni
Bir daha hatırlatmak lazım gelirse
<hayır ve şer ilâhî birer fiildir.> Bunların faili , ilâhi
kudret ve yürüten o kuvvettir. Asıl ki Allah-ü Taâla:
- “Allah, sizi ve yaptığınız
işleri halk etti.”
Buyurur, Peygamber (S.A.) efendimiz de bu manaya
işaret ederek şöyle buyurur:
- <Allah zalimi de zulmü de yarattı.>
Kulların yaptıkları iş, bizzat ilâhî
kudretin eseridir. Yapılan işin ne olacağını Allah
haber veriyor:
İşte bu durum, hâlikle mahlûK arasındaki
farkı gösterir. Allah yaratır, kul iradesini kullanarak kesbeder.(*)
Cennet, Allah’ın sevdiği
kullarına bir ihsanıdır, fazlıdır. Oraya bu ihsan ve
fazılla girilir. Ayrıca dereceleri, dünyade yapılan iyi
amellerle verilir.
Peygamber Efendimiz, bir Hadis-i Şerifinde şöyle
buyuruyor:
- < Hiç kimse ameli ile cenneti kazanamaz.>
Buna karşılık sahabe:
- <Sen de mi ya Rasulallah?>
Diye sorunca, cevaben:
- <Evet, ben de; ne var ki Allah beni rahmetine
garketmiştir.>
Buyurdu ve elini başı üzerine koydu. Bu Hadis-i
Şerifi Hz. Aişe R.A rivayet etmiştir.
Sen, ilâhi emre uyduğun, kötü yollardan
korktuğun müddet korkma, en doğrulukla Hakka teslim ol, şerden
korunursun. Hayır ve fazilet seni bulur. Din ve dünya yönünden ilâhi bir
muhafaza içinde olursun.
Dünyadaki kâlin şu ilâhi sözle anlatılır:
- “Böylece ondan kötülükleri geri çevirdik; çünkü o, bizim
ihlas sahibi kullarımızdandı.
Dini bakımdan mahfuz olmak, yina şu ilâhi
kelamla anlatılıyor:
- “Siz, Allah’a iman eder, ona şükredersiniz, neden
size azap etsin? Allah şükredenleri, iman edenleri bilir.”
Şükreden bir müminin yanında bela ne arar. Çünkü
afiyet ona beladan daha yakındır. O insan, her an iyilik görür ve
iyiliği artar. Allah-ü Taâla şöyle buyuruyor:
- “Eğer şükrederseniz rahatınız
artar.”
(*) Kesb: Çalışıp kazanmak.
İman nuru büyüktür; bu nur kıyamet günü cehennem
ateşini söndürür. Dünya belası cehennem ateşi yanında
hiçtir. O azim azap ateşini söndüren iman nuru dünya belasını
nasıl yenmez. Kuvvetli bir iman sahibine bela yanaşmaz. Şu var
ki; o belalı insan ilâhi cezbeye kapılan büyük bir veli ola...
Elbette o aziz kulun başından bela eksik olmaz. Çünkü bu hal, onu
dünyada kötülüklerden saklar.
Birçok bela çeşitleri vardır. İnsanın
dünyevi sefahattan korunması için paradan yana nasipsiz olur. Şehevi
arzuların ölmesi için, bazı zahirde nimet gibi görünen şeylerden
mahrum olur. Halkın, sahte teveccühünden azad olması için,
sevgilerini kazanamaz; çeşitli isimler takar, ondan hoşlanmazlar.
Bu hal dışında bir felaket gibi görülür;
fakat değildir. O bilir ki; her önüne gelen insanla sohbet, onların
sahte sevgisini kazanmak, onlarla geceli gündüzlü oturup bir manevi
zarardır.
Manen yükselmeğe namzed olan büyük insanlar,
sayılan belalara duçardır; fakat onlar için bu bela değil bir
rahmettir.
Bu, zahirde bir bela gibi görünen ilahi rahmet
sayesinde kalb temiz olur. Hak’kın tevhidinden başka bir şey
kalmaz. Kalb, yalnız marifet-i İlâhiyenin yeri, ilâhi ilim ve feyzin
kaynağıdır. Nura kavuşmak, Hakka ermek ve O’na kurbiyetin
yolu oradan geçer.
Bu kalb tek şey için
yaratılmıştır; ikincisi sığmaz. Âyet;
- “Allah, iki kalbe sahip bir kişi
yaratmamıştır.”
Bir kalbde iki sevgi yaşayamaz.
- “Padişahlar bir beldeye girince orayı
darmadağın ederler. Eşrafını zelil ederler.”
İşte bu sebeptendir ki; İlâhi sevginin
girdiği yerde başkalarının işi kalmaz.
Başkasının sözü geçtiği yerde ise ilâhi feyz olmaz.
Kalbinden kötülükleri at; göreceksin ki, ilâhi feyz her yanını
sarmış...
Kalbindeki sevgi, şeytan, nefis ve şahsi arzular
olunca olunca senden iyi hareket çıkmaz. Her hareketin isyan, boş ve
lüzumsuz şeyler olur. Çünkü senin efendin şeytan olmuştur. Ama
kalbinde İlâhi sevgi yer tutunca o zaman göreceksin ki, her kötülük
kendiliğinden yok oluyor. Zaten kalb yalnız ilâhi tevhid ve ilâhi
marifet için yaratılmıştır, daha sonra bir şey eklemek
icap ederse; Kalb, içinde Allah sevgisi yaşadıkça kalb’dir...
İlâhi feyzin süre insan için faydalıdır.
İşte anlatılanlar ve hadiseler gösteriyor
ki, ilâhi rahmete erişmek için her maddi varlıktan ve sevgiden kalbi temiz
tutmak gerek. Bu temizlik kolay olmaz; bir çok belalar ve felaketler
insanı sarar.
Her hangi bir felaket karşısında insan,
azmini kaybetmeyecek. Çünkü o bir nevi nimettir. İyi düşünülürse,
belanın en büyüğü Peygamberlere ve onların
yakınlarına, daha sonra sırasıyla olmuştur. Bu durumu
Peygamber S.A Efendimiz şöyle haber verir:
- “Biz Peygamberler zümresi, diğer insanlara nazaran
belanınen büyüğünü yüklenmişiz. Daha sonra sırası
ile....”
- “Allah’ı en çok ben bilirim ve O’ndan ençok
korkarım.”
İkinci Hadis-i Şerif’de, büyük bir manaya
işaret vardır. Sultana yakınlık hasıl olunca, o
nisbette korku ve çekinme çoğalır. Sebebi: Padişahın gözü
önündedir, hiçbir hareketi onun gözünden kaçmaz. En küçük hatası dahi
görülür ve ona göre ceza çeker.
Burada şöyle bir soru akla gelir:
- “İnsanlar Allah’a göre tek şahıs
hükmündedir. Hiçbir hareket ondan gizli değildir. O halde: “ Padişaha
yakın olana ayrı ceza verilir şeklindeki cümlenin manası
nedir?”
Biz buna cevap olarak deriz ki:
- “Derece yükseldikçe, rütbe büyüdükçe hatalar gözle
görülür; çünkü insan hata işlemeğe daima meyyaldir. Bu halde,
verilmiş olan nimetlerin en ufağını dahi azımsayan,
büyük hatalı sayılır. Daima şükretmek her kula vazifedir
ama, o seçilmiş kul için en büyük vazifedir. Bu arada şunu da söylemek
caizdir: Bir veli ve bir Allah dostu için, azıcık ibadetten yaya
kalma büyük bir hatadır; kullukta noksandır. Allah-ü Taâla bu durumu
şöyle anlatır:
- “Ey peygamberlerin hanımları sizden her
hanginiz bir hata yaparsa, diğer hanımlara nazaran cezası iki
misli olur.”
İşte görülüyor ki, derece farkı mevcuttur.
Bu sebepten Allah-ü Taâla peygamberin zevceleri ile diğerlerini
ayırıyor. Hal böyle olunca, Allah’ın rahmet ve feyzine
vasıl olanların ayrı durumunu takdir kolay olur:
Allah-ü Taâla bütün benzerliklerden beridir. Halktan O’na
bir şey benzemez. İşiten ve gören O’dur. Doğru yola Allah
hidayet eder.
Rahat istiyor musun? Sürur, emniyet,sükûn, selâmet arzu
ediyor musun? Ehl-i dil olmak, sevgi, muhabbet içinde kalmayı arzu ediyor
musun? Bu hallerden çok uzaksın. Bunları yalnız dil ile arzu
ediyorsun... Şayet tam manası ile istemiş olsaydın; sende
adi şeylere karşı meyil kalmayacaktı. Nefsin ölecek, dünya
bir yana olacak, ahiret sevgisine meylin olmayacak ve nihayet bunların
yerini Allah ve Peygamber sevgisi alacaktı. Halbuki sen bunlardan
uzaksın. Çünkü sende şehevi sevgiler ve nefsanî arzular var...
Bu işler acele ile olmaz... Bekle... Olduğun
yerde kal ve kendini biraz hesaba çek...
Bu halinle sana kapılar kapalıdır. Yollar
sana açık değildir. Allah sevgisi içinde olmayan bir işle zerre
kadar ilgin olsa, bu yolun önü sana açılmaz... Sen mükâtep –kesimli- bir
kul olsan, efendinin senden bir kuruşu kalsa, kulluktan bir kuruşu
kalsa kulluktan kurtulamazsın...
Allah rızası dışında olan
şeylere kalbinde bir nohut miktarı meyil olsa, dünyanın manevi
pisliklerinden âri be beri olamazsın. Böyle devam ettikçe dünya sevgisi
seni sarar. Nefsini şehevi arzuların peşinden kurtaramazsın.
Bu yersiz hallerin hemen birden geçeceğini sanma!..
Yavaş yavaş olur... Senin isteğinle olmaz... Bekle... Doğru
çalış, helal ye, tâ ilâhi cezbe seni kaplayıncaya kadar... Sonra
Allah dilerse muradın hasıl olur...
O zaman olacak olur. Şum gider, uğur gelir.
Uğursuzluk yok olur, nur gelir... Mânen ilâhi bir kisveye bürünürsün.
Selamete erersin... Ve nihayet, en yüksek mertebelere çıkarsın. O
gün:
- <Katımızda eminsin...>
İlâhi sözü can kulağına gelir... Bununla
hoş olur, sevinirsin...
O ilâhi kaynak sana açık olur. Esrar perdeleri senin
için açılır. Sana her şey ayan ve her gizli beyan olur...
Kavuştuğun kaynak kurumaz. Kavuştuğun
manevi zenginlik sonsuz olur. Her yandan salınan sana gelir. Ani bir
duraklama olursa; sakın sana bir şey gelmez diye üzülme... Bu hale
eremezsin diye mahsun olma! Bekle, sabırlı ol...
Altın sikkelerini bilmez misin? Her yerde
dolaşır, her keseye girer... Ama sonu n’olur? Bir kere
altını düşün, parça parça herkeste boldur. Bir gün bakkalda
görülür, bir gün kasapta. Daha sonra manavda ve attarda, dabakta, süsçüde ve
her çeşit altın işi yapanlarda bulursun. Bazen adi işlerde
de kullanılır. Nihayet bir dirayetli sultan sayesinde o kötü ellerden
alınır, kaplarda eritilir, haddelerden geçer, inceltilir süs
yapılır. Sultanlara bezek, padişahlara taç olur. İşte
o çeşitli ellerde gezdi, sonsuz zahmet çekti ve nihayet ereceğine
erdi...
Allh’a inan! En faydalı işleri sana O yapar.
O’na güven, en güzel yola seni O sevk eder. Yalnız O’nu sev ve
bağlan... Bir gün en yüksek dereceye erersin ve en ulvi mertebeye
kavuşursun.
Kapılar açılır. Sandık kilitleri
sökülür. Her gün yeni yeni alemlerin kapıları sana açılır.
Süs olan altınlar her yerde aranır.
Yıllarca ellerde dönen altın şimdi padişahların
başındadır. Ateşlerde yanan, türlü cefa çeken o
altın şimdi padişaha taç, sultana süstür.
Ey iman sahibi, kadere inan ve onun çeşmesi önünde
dur. Herhalde kazalara rıza göster. Ancak bu yolda Hakkı bulursun ve
bu uğurda çalıştığın müddet Hak’ka
kavuşursun... Dünyada çeşitli ilimlere erersin, öbür alemin
ufukları sana açık olur.
Bu alemden göç edince, başyardımcın Hak;
şefaatcın nebiler, arkadaşların salihler ve doğrular
olur...
Sabırla bekle... Aceleci olma... razı ol,
Hak’kı itham altına alma. Ümitli ol, ancak böylelikle ilâhi af ve
keremin serinliğini ruhunda duyar ve Hak’kın ikramına nail
olursun...
Allah’a mutlaka kul olmak isteyen ona iyi inanır. Ve
her işini O’na teslim eder. O kul, bilir ki, rızık babında
Allah kefildir. Yine okul kanaat getirmiştir ki, kendine ulaşan iyi bir
iş, ilâhi fermandan habersiz değildir. Her hangi bir fena hal de
kaderi ilâhinin iktizasıdır.
Bilhassa şu ilâhi vade kopmaz
bağlılığı vardır:
- “Bir kimse Allah’ın emirlerine bağlı olur
ve ondan korkarsa, ona güç yollar kolay olur. Bilmediği yerden
rızık kapıları açılır. Kendisine tam tevekkül
edene Allah yeter.”
İman sahibi daima bu ayeti okur ve manasına göre
ruhi inşirah duyar. Bolluk devrinde bunu böyle bilir. Zaman olur, hikmet
icabı bir imtihan belirince derhal sızlanmağa başlar,
ağlar, feryad ederse bu hal onun tam bir iman sahibi
olmadığını gösterir. O kimse bilmez ki, kader-i ilâhi
ağlamakla, sızlamakla şekil değiştirmez. O
zavallının bu acıklı hali Peygamber S.A efendimizin:
- “ Fakirlik zaman olur ki küfre yaklaşır.”
Hadis-i şerifinin manasına girer.
İman sahibi, hangi felaket olursa olsun,
sarsılmaz ve maneviyatını bozmaz. İyi
inanmıştır ki: Herşey muvakkattır. Dünya
muvakkat olduğu gibi, onun imtihan devresi de muvakkattır. Yine kalbini
Allah’a bağlayan bilir ki: Allah istediği an kimseden belayı
kaldırır. Bu Allah’ın lütfudur. Bir gün gelir, kendisinin de
imtihan devresi biter; afiyet ve bolluğa kavuşur. Daima
şükreder. Hamd eder. Sena eder ve bu hal, Allah’a kavuşuncaya kadar
sürer...
Bu haller gösterir ki, ilâhi imtihanlar iki yönden tecelli
eder. Biri; iman sahibinin imanını arttırmak, diğeri ise;
zayıf imanlının maneviyatını bozmak. Şayet o
zayıf imanlı tahammül gösterirse imanı kuvvet bulur.
Allah bütün kullarına bir çok yönden bela verir. Bu
belalar çoğunun felaketine sebep olur. Kul, o devrelerdeAllah’a tam
bağlanmaz, durmadan itiraz eder. Allah-ü Taâlâ’yı (haşa) töhmet
altına sokmak ister, söver, sayarsa.... Bu onun ebedi küfrüne sebep olur
ve böylece dünyası ve ahireti berbatlaşır. Hak’ka
kavuştuğu zaman ilâhi rahmetten herkesin nasibi olur; ama onun olmaz.
Çünkü Rabbı ona darılmıştır. İşte Peygamber
efendimiz bu hale işaret ederek şöyle buyurmuştur:
- “Kıyamet gününde en nasibsiz olan, dünyada fakir,
ahirette cehennem azabına düçar olandır.”
Bu halden Allh’a sığınırız. Çünkü
bu hal felakettir. Peygamber efendimiz bu fakirlikten Allah’a
sığınmıştır.
İkinci şahsa gelince: O, hakkıyla
inanmıştır. Allah’ın birliğine ve O’nun
yapacağı her türlü eza ve cefaya razıdır. Zahirde cefa gibi
görünen her halin bir nimet olduğunu iyi bilir. Onda tam bir kanaat
vardır ki, sevgili kullara kavuşmak için onlar gibi yaşamak
lazım. Peygamberlere varis olmak için, onların çektiği gibi
cefakar olmak gerek. Düşünür: Hangi alim, hangi fazıl, hangi hakîm, hangi
büyük ve nihayet hangi derviş ve hangi bende cefadan, hangi efendi zordan
hâli kaldı....
Ama, ne olursa olsun Allah’a dayanan herkes kurtulur. O’na
inanmış olan her imanlı dar zamanında daha geniş olur.
İlâhi kement onların boynundadır. Sabır dağları
onları içine almıştır. Çünkü imanları kuvvetlidir.
Çünkü kadere razıdırlar.
Bu sabır ve imandır ki; onu her an şükür
yoluna sevkeder. Herşeye muvafakat, kaza ve kadere ve ilâhi hikmete mebni
olduğunu sezdiği her şeye boyun eğer. Bu yüzden ilâhi
rahmetin en büyüğüne erer. Gündüzleri onun için bir nur kaynağı,
geceler ise bir rahmet sofrası olur. Dışı hoş, içi
boştur. Bu halde devam eder, tâ, Allah’a kavuşuncaya kadar... Hâdi
Allah’tır...
İnsana: <Hangi işi yapayım, işin hilesi
nedir?> gibi bir söz yasak edilmiştir.
İnsanı hayrete düşürüyor; çok kere < ne
yapayım?> <Yapacağım işin sonu ne olacak?> diye
söylüyorsun... Sana verilecek cevap:
-“ Yerinde dur, haline şükret!..”
Sana, bulunduğun halde kalmak emri verilmiştir;
o emri veren bir gün olur yolları açar. Her şey kendiliğinden
yoluna girer. Allah’ın emirlerini iyi anla ve oku:
-“ Ey iman sahipleri, sabırlı olunuz...
Sabır yolunda birbirinize yadımda bulununuz. Birbirinize iyi
bağlanınız. Allah’tan çok korkunuz. Ümit edilir ki bu yolda
felaha eresiniz. “
Ey iman sahibi, Allah-ü Taâla bu ayetinde, önc sabır
emrini verdi; sonra bu uğurda karşılıklı
yardımlaşınız ve birbirinize kenetleniniz emrini verdi.
Daha sonra bunların terki çok büyük hata olduğunu anlattı
ve:
-“ Allah’tan korkun..”
Buyurdu... Bunun açık manası şudur:
-“ Sabrı bırakmayın, çünkü hayır ve
selamet ondadır. “
Sabrın büyüklüğüne işaret için, bir Hadis-i
Şerifte şöyle buyurulmuştur:
-“ Vücutta baş nasılsa iman bölümleri
arasında sabır da öyledir.”
Büyüklerin şöyle bir kelâmı vardır:
- “ Her hayır, sabırla işlenir. Herhangi
bir hayrı yapana sevabı, o işteki sabrı kadar verilir.”
Hemen bu kelâma uyarak: Sabrınıza hiçbir
işte iyilik yoktur, derler. Sonra Allah-ü Taâla:
-“ Sabırlı kişilere mükafatları
hesapsız bol verilir.” Şeklinde buyurdu...
Kötülüklerden uzak oldukça Allah yardımcın olur.
Sabırlı ol, sonunu bekle, sabrın kadar mükafat
alırsın.
Büyükler için ayetin tefsirine dayanarak buyurmuştur
ki:
-“ İttika sahiplerine Allah kolaylık
yollarını açar... İstediği yerden rızık gönderir.
“
Bekle, sabırla bekle; ölüm gelinceye kadar bekle. Bu
bekleme devresinde iman ve sabrın dayanağın olsun. Yalnız
Allah’a dayan. Çünkü, Allah-ü Taâla şöyle buyurdu:
-“ Tevekkül sahiplerine Allah kâfidir. “
Sen sabır ve tevekkül sahibi olduğun müddet,
muhsinlerden olursun. İşte âyet-i kerime:
-“ Allah muhsinleri sever. “
Dünyada ve ahirette sabır, her şeyin
başıdır. İman sahibi sabrı kadar yükselir. Muvafakat
ve rıza derecesine sabırla kavuşulur. Daha sonra sabırla
ilâhi fiilde yokluğa kavuşulur. Bedeliyet hali ve sonsuz
ferahlık alemi ondan sonra başlar.
Sakın sabrı bırakma; rezil olur,
utanırsın. Dünya ve ahiretini kaybedersin. Allah esirgesin her iki
alemin hayrı da elinden uçar.
Bir kimseye buğzettiğin zaman, onun
işlerini kitaba arz et. İman ölçülerine vur. Sünnet-i nebiye sun.
Onlara göre iyi, sana göre hatalı ise, müjde; işlerin Allah’ın
emirlerine uygundur. Şayet onlara göre hatalı, sana göre iyi
geliyorsa; sen hata ediyorsun. Yanlış hareket ediyorsun, şahsi
arzularına uyuyorsun.
Böyle buğzla sen hata içindesin. Allah’a
asi oluyorsun. Sünnete muhalefet ediyorsun. Bunların cezası büyüktür.
Tövbe et, yaptığın bu hatadan dön. Allah’a dua et, o
sevmediğin kimsenin sevgisini kazanmağa çalış.
Hep Allah’ın kullarını
sevmeğe mecbursun. Onların sevgisini kazanmağa devam et. Allah’a
tam kul olmak için seveceksin.
Ayrıca bir insanı sevmek için, yine
şeriata arzet, eğer sevmeğe layık bir insansa sev... Aksi
halde kaç. Ta ki, şeytan karışmasın...
Şunu iyi bil ki, Allah, yalnız nefse
muhalefeti emreder. Dolayısıyla nefsine muhalif ol, hevesini Hak
ölçülere vur.
Sonra şu âyet-i kerimenin tehdidi
altına girersin:
-“ Hevaya uyma, sonra Hak yolundan
saparsın.”
Birçok sözlerini işitiyorum, en çok
şunları söylüyorsun:
-< Kimi sevsem aramız
açılıyor. Ya ölüyor, ya kayboluyor. Yahut aramıza
düşmanlık giriyor. Çoğu zaman malım kayboluyor, param
elimden çıkıyor. Bu yüzden dostlarımla bozuşuyorum.>
Ey Allah’ın sevgili kulu, Allah Gayyur
dur. Sevgisine kimsenin ortak olmasını istemez. Sevgilisine
bakılmaya bile razı olmaz. Kendi sevdiği kulu
başkasına vermez. Hal böyle iken sen başkasına
bağlanıyorsun. Şu Âyet-i Kerimeleri işitmedin mi?:
-“ Allah onları, onlar da Allah’ı
sever.”
-“ İnsanlar ve cin tayfasını
bana ibadet ederler diye yarattım.”
Bazı müfessirler ibadeti, sevgi olarak
açıklamışlardır.
Rasulullah s.a. efendimiz bir hadis-i
şerifde şöyle buyurdu:
-“ Bir kul, Allah tarafından sevilince,
iptilaya uğrar; buna sabrederse iktina gelir başına.”
-< İktina nedir? >
Diyen bir sahabeye:
-“ Çoluğunu çocuğunu,
malını, mülkünü alır.”
Buyurdu. Çünkü mal ve evlat, Allah sevgisine
perdedir. Hakkın sevgisi bölünmez. İki sevginin arasına giren
yanar.
Mala ve evlada sevgi çoğalınca, Hak
sevgisi azalır. İnsan bu sevgisinden ceza görür. Çünkü Allah’a bir
nevi şirk koşmuştur. Halbuki Allah zatına ve
sıfatına şirk koşanları sevmez. Gayyur ve her
şeyden üstündür. Kendine karşı duran her şeyi yok eder. Ta
ki, sevdiği kulun kalbi yalnız zatına dönsün. İşte o
zaman:
-“ Allah onları, onlar da Allah’ı
sever.”
Ayetinin manası tecelli eder.
Bu tecelli bir süre devam ederse, sonunda
Hakka karşı koşulan ortaklar yani şirk yok olur. Mal, çocuk
ve şehevi arzular isteği gider. Mal sevgisi kalmaz. Kötü hisler ölür.
Veli olmak, başa geçmek, keramet sahibi olmak, kat, makam, dereceler
istenmez olur. Cennet ve onun dereceleri gözden silinir. Kalbdeki
şahsi irade, temenni yok olur. Suyu saf, içi temiz bir ap halini
alır. Çünkü ilahi tecelli onu kaplamıştır. Bu arada kalb
yolunu şaşırdıkça ilahi tecelli onu yola getirir.
Kendinden başka her şeyi yok eder. Zaten başkası için oraya
yol kalmamıştır. Mevlanın azamet ve ceberut kuvvetleri
orayı sarmıştır. Bunlardan başka her şey
için arada bir uçurum vardır. İlahi saltanatın vadileri o
imanlı kalbin etrafını çevirmiştir. Oraya yabancı yol
bulamaz. Şayet bulacak olsa bile yokluğu mani olur.
Bir çok kimselerin yüksek derecelere
erdiği olmuştur. Bunlar yetişmiş olmalarına
rağmen, bazı ufak tefek işlerle uğraşırlar.
Bunlara yaptığı o işler zarar vermez. Çünkü hiçbiri, kalb
cihetine yanaşamaz. Zaten o dereceye eren kul, bunları ilahi iradeye
dayanarak yapar. Onlar; ilahi arzu icabı olduğundan, o sevgili kula
bir lütuf ve keramet olur. Onun yüzünden birçok zavallı kimseler geçinir.
Ayrıca bundan başka, çokça sevap kazanır. Sonra o işler bir
başka yönden kulu tecrübe sayılır.
Kul, şahsi arzusunu
karıştırmadığı süre işler iyi gider. Teslim
olunca daha iyi gider. Kötülüklere karşı, o nimetler bir nevi
kalkan sayılır. Şöyle ki: Parası olur, haramdan kurtulur.
Çocukları olur kimseden yardım istemez. Ailesi olur, harama göz
dikmez. Velhasıl dünya ahiret selamet olur..
İnsanlar dört kısımdır.
BİRİNCİSİ: Kalbsiz ve
dilsizdir. Asi ve hissizdir. Allah buna hayır vermemiştir. Sebebi: Bu
ve benzerleri, hayrı istemezler, hayır yolunu sevmezler. Şu var
ki; Bir gün Allah c.c. rahmeti iktizası bunları yola getirir. Kudret
eli bunların kalbine iman ışığı tutar. Eğer
istidatları varsa onlar da hak yola girerler.
Ama sakın bunlardan olma, onların
ahlakını alma, onların hareketlerine katılma... Hikmeti
ise: Onlar azap, gazap ve felaket insanlarıdır. Yerleri cehennemdir,
arkadaşları şakilerdir. Ancak ilim sahibi isen, onlara
yakınlık sana zarar vermez. Çünkü onlara hayrı öğreten,
doğru yolu gösteren bir insan olursun. Eğer kendine güveniyorsan
onların arasına gir ve Hak’ka davet et. Onlara doğru yolu
öğret, hak yola çağır. Görürsün ki; bu sohbetin hoş oluyor.
Allah sana, resullerin, nebilerin kadar sevap verir. Bunu anlatmak için Hz.
Peygamber S.A. Hz. Ali’ye buyurduğu bir Hadis-i Şerifi nakletmek
yeter:
- “ Allah bir kimseyi vasıtanla
doğru yola getirirse, bunun sevabı yeryüzündeki bütün mülke
bedeldir.”
İKİNCİSİ: Dili
vardır, kalbi yoktur. Herkese hikmetten konuşur ama kendisi amel
etmez. İnsanları doğru yola çağırır, kendisi
kaçar. Başkasının hatasını büyük görür ama kendisi
durmadan yapar. Allah’a karşı edep ve terbiye yollarını
öğretir fakat kendisi büyük günahları işlemeğe devam eder. İnsanlar
arasında iyi görünür, yalnız kalınca önüne geleni yutan hayvana
benzer.
Peygamber efendimiz bu adamın durumuna
işaret ederek:
-“ Ümmetim için en çok endişe
ettiğim şey dilli münafıklıktır.”
Buyurmuşlardır. Diğer bir
Hâdis-i Şerifleriyle de:
-“ Ümmetim için en korkulacak şey kötü
bilginlerdir.”
Buyurmuştur...
Allah cümlemizi bu gibilerden korusun.
Bu zümreden çekin ve kaç, tatlı dili seni
yakalar. Güzel (!) sözü seni aldatır. Günah ateşi seni yakar. Onun
manevi kir kokusu seni öldürür.
ÜÇÜNCÜSÜ: Kalb sahibidir, ama dili yoktur.
Halbuki o Allah’a tam inanmıştır. Allah da onu halkından
gizlemiştir. Onun üzerine manevi bir örtü çekmiştir. Gözünü halktan
kapatmıştır. Bu insan yalnız kendi ayıbını
görür ve onu gidermeğe çalışır. Kalbi tevhid nuru ile doludur.
Bu nur, insanlar arasına karışmanın güçlüğünü,
onların ağzından çıkan sözün boşluğunu
gösterir. O insan, selametin; sükütta, sessizlikte ve yalnızlıkta
olduğunu bilir. Peygamber efendimizin şu hadisi-i Şerifini
candan duymuştur.
-“ Susan kurtulur.”
O muhterem insan her şeyi can
kulağı ile diler, bu dinledikleri arasında şu da
vardır:
- “ İbadet on bölümdür, bunun dokuzu
sükûttadır.”
Bu zat velidir. Allah onu kötülüklerden
esirgemiştir. Daima selamet içinde olur. Akıl ve fikir sahibidir.
Allah’ın rahman sıfatı onda tecelli etmiştir.
Hayırlı insanla arasında, bu gibileri seçilir. Bu gibilerden hem
hayır umulur, hem de arkadaşlık edilir. Hak onun işini
gördürür. Hak onu sever. Sen de sev, ona yaklaş... Böyle yaparsan, Allah
da seni sever. Bu gibi seçkin kulları ara, onların hürmetiyle yüce
Allah seni sevgili kulları ve salih kişiler arasına katar.
DÖRDÜNCÜSÜ: En yüksek derece buna
verilmiş ve melekût aleminde kendisine:
- <AZİM>
Adı verilmiştir. İşte
Hazter-i Nebi bu büyük zatın şanını tarif ederken
şöyle buyurmuştur:
- “ Bir kimse öğrenir öğretirse...
Ayrıca bildiği, öğrettiği ile âmil olursa melekût aleminde
ona, AZİM ismi verilir.
Bu zat, alim-i billah’tır. Mertebeler
ölçülürse en yüksek derece onun olduğu ortaya çıkar. Dinin hikmet
yönünü en iyi bilen odur. Allah-ü Taâla birçok bilinmeyen ilimleri onun kalbine
yerleştirmiştir. Hiç kimsenin erişemiyeceği
sırları ona sezdirmiştir. Bu saf ve temiz kul, Allah
tarafından seçilmiş, sevilmiş ve Hakka cezbedilmiştir.
İlâhi hikmetleri çözüldüğü kapıya yalnız bu insan
yetişmiştir. Hidayet yolları buna açıktır. Bunda
istidat çok büyüktür. Ve bütün sırları anlamak kabiliyeti
vardır. Bunda bilgi sonsuz, hikmet ölçüsüzdür. Bu zat, Allah yolunda bir
şahtır. Hak yola o çağırır, kötülükleri onlara o
gösterir, kıyamet günü şefaatçi, dünyada temiz, Allah indinde
herşeyi makbul ve merguptur. Doğrudur, doğruluğu
tastiklidir. Resul ve nebilerin vekilidir. İşte peygamberler,
bunları vekil etmiştir.
İşte son had buraya kadar...
İnsan oğlunun son durağı bu makama varır. Buradan öte
Peygamberlik başlar. Sana bu insan lazım. Bunu ara, bulunca muhalefet
etme, sözlerine darılma, uzak kalmaktan hoşlanma. Onu sev ve
sözlerine bağlan, her nereye varsan böyle birini ara ve zihninde onu
gezdir. Şunu bil ki: O ne söylerse selamet ondadır. Helak,
bataklık başkadadır. Allah’tan onu iste, yol bundan başkaya
varmaz. Himmet başkalarında yoktur. Yolunu bu ülkeye vardırmayan
kurtulamaz. Ama Allah başka türlü emretmiş ise bir şey denemez.
Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselere kimse şaşmaz.
Ey iman sahibi; insanları sana bölüm
bölüm gösterdim. Kendini düşün, eğer gözün varsa bak. Bu
sayılanlara basiret gözünü gezdir ve kendine bir sığınak
ara. Eğer kendine acıyorsan bunu yap ve kurtul.
Allah, bize ve sana verdiği ve razı
olduğu yolları göstersin... Amin!..
Allah’a çok darılıyorsun; O senin
Rabbın olduğu halde onu töhmet altına almak istiyorsun. O’nun
her işine itiraz ediyorsun, zorla bağlanıyorsun. O’na
bağlılığın yolu zulüm ile oluyor. Halbuki ona candan
inanman ve teslim olman lazım. Rızık babında sıkı
olma, geniş ol. Zengin olursan herkese dağıt; fakir olunca da
sabırlı ol. Gün olur, güçlük gider, bela kalkar.
Yaptığın bir yana kalır. Bilmez misin her şeyin bir
vakti var, o gelince olacak olan olur...
Şunu bil ki; malın çoğu bela
getirir, çok isteme azla yetin. Bela biter, güçlüğün sonu var,
biteceği gün var. Sen yalnız sabırla bekle.
Bela vakitleri değişmez, yalnız
onun içinde afiyetler olur, onu gör. Bela anında ümitsizlik iyi olmaz.
İmanla onu iyi gör. Fakirlik hali zenginliğe çevrilmez, ona
sabırla tat kat. Hile yoluna kaçma, doğru ol, samimi ol....
Hakka karşı edepli ol. Sukûtu,
sabrı sev, buna devam et. Haz al. İlahi fiillere uymaya
çalış. Allah’ın emr ve fermanına karşı kalbinden
bir şey geçerse tövbe et. Şayet Hakkı töhmetleyen bir kusur
ettinse nadim ol.
Şunu iyi öğren ki; Hak
kapısından başka kapı yoktur. Ondan kaçmak mümkün
olmadığına inan ve Hak işlerden intikam almanın
imkansız olduğunu bil. Günah yapmak yalnız seni körletir. Hakka
yapacağın taarruz, yalnız tabiatını karartır.
İntikam hissi kullar arasında caridir. Vazife, bir kul
tarafından verilmişse, ondan kaçınma olabilir.
Her şey, bu dünya alemine çıkmadan
çok evvel yaratılmıştır. Onların kârını,
zararını Allah bilir. Herşeyin ilki, sonu ona malûm, bir
şeyin doğuşunu gördüğün gibi gün olur
batışının da seyredersin. Allah,
yaptığını iyi bilir, yapacağı iş ona göre
kolaydır. İşlerinde asla tenakuz bulamazsın.
Yaptıklarında yersizlik göremezsin. Boş iş yapmaz. Lüzumsuz
şey yaratmamıştır, yaratmayacaktır. Ona noksanlık
izafe etmek caiz değildir. İşlerini beğenmeyen kişinin
aklına şaşılır.
Herşey biter, yeter ki beklemeği
bilesin. Bekle zorla bekle!.. Kendini sabra alıştır. Nefsini,
şahsi arzularını yen, onları emirlerine uymaya çabala.
Kndini bütün varlığınla sabır aleminde yok et!.. Bekle, bir
gün hepsi biter, yok olur gider.
Herşey zamanla zıddına döner.
Gün geçtikçe işler değişir. Evvela kış, ardından
yaz gelir. Bir zaman gündüz arkasından gece sarar. Akşamla yatsı
arası:
-< Gündüz olsun...>
Dersen olmaz. Belki daha kararır,
ışık olmaz. Taa, şafak atıncaya kadar, karanlık
devam eder.
Boynunu yüce emirlere eğ.. Allah için,
iyi düşün, iyi sabret. Senin için olmayan sana gelmez. Sana nasip
olmayanı kimse eline tutuşturamaz. Hayatım pahasına da
olsa, sana yemin ederim ve sonra kendiliğinden açılır. O zaman
istediğin hiç olur. İstesen de istemesen de ortalık aydın
olur, her yer aydınlığa
kavuşur...
İşin hikmet tarafına aklın
erince, işlerin kendiliğinden yürüdüğünü görürsün. Ne
isteğinle gündüz gece olur, ne de aksi olur. Çünkü güneş emrinde
değil. Dünya senin fermanınla dönmüyor. Rüzgar emrinle esmiyor.
Duan, her zaman alemde makbul olmaz. Çünkü
burada istenenlerin çoğu, zamansız ve yersiz isteniyor. Ama yine dua
et, her an Allah’a yalvar, ancak duan kabul olmayınca Allah’a sitem
etme!..
-< Niçin kabul olunmadı..>
Diyerek şaşma... Zamanı gelince
olan olur, burada bir şey olmazsa öbür alemde sana sevap olur. Ama
bağırıp çağırırsan, mahcup olursun... Derim ki:
Daima dua edeceksin... Çünkü her şeyden evvel sen bir kulsun.
Allah’ın emirlerine uymaktasın. Allah-ü Taâla Hazretleri:
-“ Bana dua edin, kabul ederim.”
Buyuruyor. Diğer bir yerde de:
- “ Allah’tan fazilet isteyin. “
Deniyor. Bu mevzuda daha bir çok âyetler
vardır...
Duan her zaman duyulur ama, ihtiyacın
kadar verilir. Sonrası öteki aleme kalır. İhtimal ki her arzunun
bu alemde yerine gelmeyişi bir hikmet icabı ve senin hayrına
olmaktadır. Sonra, her olan şey, Allah’ın kaza ve kaderine
uygundur.
Arzun yerine gelmeyince Hak’kı itham
etme!.. Kabul olmadı diye ümitsizliğe düşme!.. Daima dua et.
Kârın olmasa bile zarar da etmezsin. Hemen olmasa bile, bir zaman sonra
olur.
Bir Hadis-i Şerifte şöyle
buyruluyor:
- “ Kıyamet günü hesap defterinde insan,
yaptığı ibadet haricinde bir çok iyilik bulur. Bunları
bilemez, sorar, ona şöyle denir:
- “ Bunlar dünyada kabul olmayan
dualarının karşılığıdır. Kader-i
İlahi icabı orada yerine getirilmedi fakat sana mükafat olarak burada
veriliyor. “
En azından halin, zikir olmalı.
İhtiyacını ona aç!. Başkasına bir şey deme!..
O’nu tevhid ederek, her derdini arzet...Duanın kabul edilmesi işini
Allah’a bırak....
Tekrar hatırlatmak yerinde olacak... Sana
iki yoldan başka yol yoktur ve olamaz. Gecen de gündüzün de aynı.
Sağlığın da hastalığın da öyle. Darlık
olsun genişlik olsun değişmez. Ki o: Dua ve sabırdır,
yani rıza...
İyi zamanda, darlıkta
genişlikte hep böyle ol...
O iki hali biraz açalım:
En iyisi, benlik davasını
bırakıp, Hak’ka bağlı olmandır. Tıpkı, bir
ölü gibi Hakka karşı iradesiz halde kalman... Bir süt çocuğu
gibi, tam teslim olmandır. Senin için hak fiil ve irade önünde, topçu
önündeki top gibi olmak var. İlahi irade böyle çevirir. Bu halinle
sana, nimet gelirse şükür edersin... Şükür ettikçe de nimetin artar.
Çünkü Allah:
- “ Şükür ederseniz nimetinizi
arttırırım.”
Diye vad ediyor. Darlık baş
gösterince de sabredersin. Bu da senin için bir nimettir. Darlık
zamanı, sabreder; günlerin Peygambere salât ve selâmla geçerse daha ne
istiyorsun... Bu; Allah’ın sana en büyük nimetidir. Her kula nasip olmaz,
bu ayetin:
- “ Allah, sabırlı kullarla
beraberdir..”
Mealinde buyurulan yüce manasında bu
bapta kayıt vardır.
Allah, kullarına yardımıyla
koşar; sebatını verir. Nefse, şeytana galebe çalması
için kula yardımcı olur... Bir âyette:
- “ Eğer, Allah’tan yana olursanız o
da size yardımcıdır. Dizlerinize kuvvet verir. “
Buyuruluyor...
Nefsine muhalif ol; Allah’tan yana olmuş
olursun. Allah yoluna muhalif olan herşeye muhalif ol. Hak emirlerini
itirazla karşılama, kabul et, darılma. Nefsine muhalif ol; Hak
fiillerin içine düş, onlarda kaybol... Bunu yaptığın
takdirde hak için mücahid sayılırsın. Nefsin her
başını kaldırdığında Allah’ın emriyle
vur. Onun karşısında kalkanla dur. Bu kalkan; sabır,
muvafakat, sükûn, hak emirlere teslim olmaktır. Bunları
yapabildiğin an, Hak Taâla sana en büyük yardımcıdır.
Bütün bunların sonunda, bir de büyük
rahmete ermek vardır, ona < SALÂVAT> derler. Bu makam peygamberlere
hastır. Bu < SALÂVAT> onlarındır. Sen bir günahkar olduğun
halde günahların bağışlanıyor, nebiler için verilen
sevaptan hisse alıyorsun. İşte bu manayı ifade eden
bir âyet-i kerime:
- “ Onlara müsibet veya bir bela
karşı geldiği zaman, biz Allah içiniz, dönüşümüz
onadır.
Derler. Onlara rablarından salavat olsun.
Rahmet onlaradır. Hidayete eren onlardır.
Buraya kadar anlatılan yaşamak
zorunda olduğun iki halin ilkiydi.
İkincisine gelince: Sen rabbına
yalvardıkça ona yaklaşmış olursun. Allah’ın emirlerini
tut.Senin yalvarmak hakkındır, ayrıca vazifendir. Hak’ka tazarru
ve niyaz ettikçe, bu vazifeyi yerine getirmiş olursun.
Sakın dualarına yanlış
şey girmesin. Bu mühim vazifeyi Hakka imanla yap!.. Duanı aziz bir
yolcuyu uğurlar gibi yap. Çünkü dua, Hak katında sana yer
hazırlar...
Şunu tekrarlamakta fayda görüyorum. Duana
derhal icabet olunmazsa hemen bağırıp çağırmaya
kalkma. Dua hem kabul olunur, hem de olunmaz. Her ikisi de senin için musavi
olmalı. Sonra bu olanlardan ibret almalısın... Sakın haddi aşanlardan
olmayasın. Çünkü baş vuracak kapı yoktur. Sakın, nefsinin
iyiliğini veya kötülüğünü bilmeyen zalimlerden de olmayasın.
Allah seni helak eder. Hiçbir şey bu helak işinden Hakkı
alıkoyamaz. Geçmiş ümmetleri de helak etti. Şöyle ki; dünyada içinden
çıkılmaz bela ile öldürür, kıyamet günü en kötü azaba sokar...
Vera(*) sahibi ol, aksi halde felaket
yakınına gelir. O zaman seni hiç bırakmayan güçlükle bir
yakalar, öldüm desen bırakmaz. Şu var ki; Allah’ın rahmetini de
hiçbir şey önleyemez. Ona da tam istidat kazanmak gerek. Hz. Peygamberden
(s.A) şöyle bir Hadis-i Şerif rivayet edilmiştir:
- “ Allah yolunun hak pusulası, VERA’
dır. Şüpheli işler peşinde giden bir gün harama düşer.
Tıpkı sınırda hayvan yayan çoban gibi. Günün birinde
sınır aşılır, çoban belasını bulur.
Hz. Ebû Bekir r.a. şöyle buyurdu:
- “ Biz, harama düşmeyelim diye en az
yetmiş mubah terkederiz.
Hz. Ömer r.a. ise şöyle buyurdu:
- “ Biz en az ondokuz helali, harama
kaymayalım diye yapmadık.
Onlar tam VERA sahibi insanlardı. Haram
korkusu yüzünden helâli ve mubahı terkederlerdi. Bunu şu
Hadis-i Şerife dayanarak yaparlardı:
- “ Her sultanın bir
sınırı vardır. Allah’ın sınırı ise
haramlardır. Her kim sınır yakınına gelirse tehlikeye
kapılması mümkündür.
Her sultanın bir hisarı vardır.
Her kim oraya girerse, birinci kapıyı geçmiş olur. Sonra
ikinciyi daha sonra üçüncüyü....
Böylece saltanat
kapısının gölgeliğine kadar varmış olur.
Bunun durumu her ne kadar tehlikeli ise
de, sadece birinci kapıda durmasından iyidir...yani, sahrada
olanın durumundan. Çünkü kendisini koruyacak sultanın askerleri
ve bekçileri vardır.
Çünkü birinci kapı dışarı
sayılır. Orada her çeşit vahşi hayvan ve düşman
bulunur. Kendisini kurtlar kapabilir. O sebepten ne yapıp yapıp
birinci kapıyı aşmak lazım. Kapıyı
aşınca padişahın askerleri vardır.
Dışarıda ise düşman.
İşte âzimet bunun için; VERA’ bu
yola varmak için olmalı. O bekleme anında ilahi yardımın
kesildiği görülse bile, insan ümitsizliğe düşmemelidir. Hele Hak
yoldan ayrılmak hiç olmaz.
VERA’ en büyük ibadettir. Ancak insan çok
daraldığı zaman ruhsatlarla amel edebilir. O da emir ve hadleri
aşmamakla. Ruhsat bir yardımdır, ancak ibadet ve taatte
kullanmalı. Çok kere ruhsatları terketmek yerinde olur. Daima
ruhsatla hareket eden irade sahibi olamaz. Nefsine dizgin vuramaz. Bu hale
düşünce Allah’ın yardımı kesilir. Çünkü ilahi yardım,
darda kalmışlaradır. Kolaylık yollarını tutunca
yardımdan mahrum olursun. Şahsi arzular seni kaplar, heva, nefsin
seni sarar. Bilmeden haram yersin. Dinden çıkar, şeytanlar zümresine
dahil olursun. Halbuki şeytan Allah’ın düşmanıdır. O
hah yoldan şaşırmıştır. Bu halde ölürsen helak
olursun. Ancak, Allah’ın rahmeti kavuşursa ona bir şey denmez.
Son olarak şunu demek isterim ki:
Baş tehlike dinde şüphelillere koşmaktır.
Dolayısıyla selamet, irade sahibi olup çalışmaktır.
(*) Harama düşmek korkusu ile
şüpheli işlere yanaşmamak
Ahiret sermayen olsun. Dünyayı ticaret
yeri say. Zamanını sermayeni batırmamak için evvela ahiretine
sarfet. Eğer fazla kalırsa onu da dünyaya harca, geçimini sağla.
Sakın dünyayı sermaye, ahireti ticaret saymayasın. Bunu
yapınca namazını vaktinde kılamazsın. Kılsan da
erkanını yerine getiremezsin. Rukûu belli olmaz, sücûdu belli olmaz.
Çünkü senin için maksat dünya olmuştur. Yorgunluk gelir, uyursun.
Namazın kazaya kalır, kılamazsın. Gece cife gibi yatar,
sabahları tenbel olarak kalkarsın. Nefis seni peşinden sürükler,
heva seni takip eder. Şeytan artık sana hakimdir. Böylece ahiretini
dünyaya satmış olursun. Sen bu durumda nefsin kulu ve onun
uşağı olmuşsun. Halbuki sen onu emrine alacak, terbiye
edecek, doğru yola getireceksin. Bu, onun ahiret tarafı idi.
Yani iyilik yüzü idi. Ama sen böyle yapmadın, onu hakkıyla idare
edemedin. Onun sözlerini kabul etmekle zulüm ettin. Onu kendi
başına bıraktın, netice lezzete, zevke, sefaya daldı
ve şeytana uydu. Sen de ona uydun. Daha sonra hem dünyan battı, hem
de ahiretin.
Yarın kıyamet günü iflas halinle
meydana çıkarsın. Orada ne din bakımından, ne dünya
bakımından hiç karın olmaz. Ne kazandın nefse uymakla?..
Eğer onu doğru yola getirseydin, her iki cihanda da mesut
olacaktın. Nefse uymadan ahireti sermaye kabul etseydin, her ikisini de
kazanacaktın. Ayrıca dünyadaki nasibin, bol ve rahat gelecekti. Sen her
kötülükten temiz ve her pislikten beri olacaktın. Peygamber efendimiz
buyurdu:
- Allah, dünyayı ahiret niyetine
göre verir. Ahireti, dünya niyetine göre vermez. “
Niçin aksi olmuyor? Olmaz, çünkü ahiret
Allah’a kulluktur. Allah’a kulluk niyeti ile ibadet eden ahireti bulur. Niyet ibadetin
ruhu ve özüdür. Kötülüklerden çekinerek ibadet edersen dünyan hoş olur.
Dünya bir yana der, yalnız ahireti arzularsan Allah’ın öz
kullarından ve O’na halis ibadet edenlerden olursun. Dolayısıyla
ahiret nimeti senin için olur. O nimetlerin başında cennet ve Allah’a
yakınlık gelir.
Dünya sana hizmet eder. Kısmetin
kendiliğinden gelir. Çünkü her şey yaratanına
bağlıdır. Eşyanın haliki ise Allah’tır, sen
de O’nun öz kulu olduğuna göre, her şey senin olur.
Ahireti bırakır dünyaya
çalışırsın. Hak sana gazabını karşı
yapar. Ahireti kaybedersen, dünya sana isyankar olur. Her şeyini güçlükle
alırsın, ufacık bir makam elde etmek için güçlük çekersin. Çünkü
Allah’ın sevmediği bir insan oldun. Dünya ehli olup ötekini
kaybetmeyi mi, yoksa ahiret ehli olup dünyada manevi bir huzur duymayı
mı?
İnsanlar iki kısımdır.
Biri dünya arar, diğeri ahiret. Bunlar kıyamet günü de böyle
olacak. Bir kısmı cennet ehli, diğer kısmı da
cehennem...
Yine o gün, bir kısım insanlar hesap
çokluğundan korunurlar, bunlar ahiret ehlidir. O günün uzunluğunu
anlatırken:
- “ O gün, dünya gününe göre bir günü “bin”
senedir.”
Buyuruldu. Yine o gün bir kısım
insanlar Peygamber(S.A.) Efendimizin buyurduğuna göre şöyle
anlatılır:
- “ O gün siz, arşın gölgesinde
rahat edersiniz, lezzetli meyveleri yer, tatlı yemekleri
tadarsınız. Kardan daha beyaz, soğuk ballardan
afiyetlenirsiniz...”
Diğer bir Hadis-i Şerifte ise
şöyle buyuruldu:
- “ Cennet ehli, o gün yerlerine bakarak
görürler. Hesap bitince yerlerine giderler. Onlar yerlerini tanırlar.
Dünyadaki evlerine gider gibi, cennetteki yerlerine varırlar.
Bunlara verilen bu yüksek derece, dünyayı
terkettikleri için oldu. Dünyayı attılar bir yana, Allah’a kul
oldular. Diğer kısmın, şiddetli hesaba maruz kalması
ise dünyaya tapmaları yüzünden oldu. Dünyaya tapmanın neticesi
onları öbür alemde buldu.
Allah’ın emri hilafına gidiş
felakettir. Bu hataların hepsi yarın senin önüne çıkar. Hata
işleme, hata ettikçe batarsın. Kitap ve Peygamberin emirlerinde
bulun, yoksa ne iyilik, ne kötülük kaybolur.
Nefsine acı; ona rahmet ve şevkatle
bak. Onu kötü yola atma. Ona hata işleme fırsatı verme. Onu
birinci sınıftan yapmağa çalış, ikinci
sınıftan koru. Nefsine kötü arkadaş seçme, insan ve cin şeytanlarından
onu esirge. Kitap ve sünneti eline al. Her zaman onları gör, onlarla amel
et. Oldum olası sözlerle uğraşma. Boş heveslerle kendini
yorma. Allah-ü Taâla şöyle buyurdu:
- “ Peygamberlerin getirdiklerini alın,
yasak ettiği şeyleri yapmayın. “
Allah’tan korkunuz. O’na muhalefet etmeyiniz.
Ameli terkediyorsunuz. Peygamberlerin getirdiği şey ile amel
etmiyorsunuz.
Boş işle nefsini aldatma, amel ve
ibadetini daima yap. Yeni icadlar çıkarmağa kalkışma.
Allah-ü Taâla icatçı bir kavim hakkında şöyle buyurdu:
- “ O kendiliğinden konuşmaz. O’nun
konuştuğu vahiydir. Ona vahyolunur. “
Yani peygamberin getirdiği bendendir.
Şahsi ve indi mütealası değildir. Dolayısıyla Ona
uyunuz. Sonra peygamberimiz şöyle buyurdu:
- “ Allah’ı seviyorsanız bana uyun.
Bana uyarsanız Allah’da sizi sever.”
Anlaşılıyor ki; sevgi sevilene uymakla
olur. Söz ve hareketle peygambere (S.A.) uymak gerekir.
Peygamber efendimiz bir hadis-i
şeriflerinde şöyle buyurdu:
-“ Çalışmak adetim, tevekkül
halimdir. “
Zayıf iman sahipleri
çalışmasına güvenir. Çalışmak, peygamberin sünnetidir.
Kısmetli iman sahipleri tevekküle bağlanır. Çalışmaya
devam edersen peygamberin sünnetini işlemiş olursun. Tevekkül yoluna
kıymet verdikçe de peygamber’in ruhaniyeti seni sarar. Allah-ü Taâla
tevekkül üzerine şöyle buyurdu:
- “ İnanıyorsanız Allah’a
tevekkül ediniz. Allah’a tevekkül edene O yeter. Allah tevekkül edenleri
sever.”
Bu ayetlerle sana tevekkül emri veriliyor.
Bunu hak Taâla peygamberine de emretti. Her halinde Allah’a tevekkül et.
Allah’ın emri haricine gitme. Her halinle Allah ve peygamberin emrini
rehber tut. Çünkü peygamber efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle
buyurdu:
- “ Emrimiz haricinde işlenen hiçbir
şey makbul değildir. “
Bu emir her şeye şamildir.
İster dünya, ister ahiret, ister söz, ister iş hepsini işine
alır.
Benim için Allah’tan başka Allah, peygamberden
başka peygamber yoktur. Kur’an ve sünnet yolundan başka, her
kapı kapalıdır. Biz onlara göre amel etmeliyiz. Aksi,
şeytan ve nefsin yoludur. Allah- ü Taâla bu manada şöyle diyor:
- “ Hevaya tabi olma, seni yoldan alır. “
Selamet kitap ve sünnettedir. Helak
bunların haricindedir. Kul, bunlarla yükselir. Veli, bedel ve gavs
makamlarına bunlarla erer. Velhasıl, insan-ı Kamil bu yolda
yetişir. En doğrusunu Allah bilir.
Ey iman sahibi, seni bir tuhaf görüyorum.
Komşuna hasetli bir haldesin. Onun yemesini çekemiyorsun. İçmesinden
hoşlanmıyorsun. Onun giydiği sana tuhaf geliyor. Evi gözünde
büyüyor. Hanımı dahi senin için çekilmez bir dert oluyor. O mevla
nimeti içinde zengin olmuştur. Onun zenginliğinde bir türlü hoşluk
bulamıyorsun. Bu hallerin neden oluyor.
Bilmiş olman gerekir ki, bu halin iman
zafiyetinden ileri geliyor. Bu hal seni Allah’ın rahmet nazarından
uzaklaştırır. İlahi gazabı üzerine çeker. Peygamber
efendimiz kudsi hadisi ile hasedi şöyle anlatmıştır:
- “ Hased eden nimetimin
düşmanıdır.
Ayrıca; peygamberimiz bir Hadis-i
Şerifinde buyurdu:
-“ Hased, iyilikleri yer. Ateş odunu
yaktığı gibi iyilikleri bitirir.
Zavallı!.. neye hased ediyorsun. Sen mi
verdin o nimetleri? Onları sen değil, Allah verdi... Allah’ın
verdiği nimete nasıl hased edersin. Allah-ü Taâla:
- “ Onların dünya geçimlerini
aralarında dağıttık.. “
Diye haber vermiştir.
İlahi nimetlerle beslenen o adamı
hor görme. Ona karşı hased etme. Onun nimeti için de kimse hak iddia
edemez. Herkese Allah nasibince verir, herkes nasibini bulur.
Bu halinle o akılsız bir duruma
düşmektesin ki, senden daha akılsız daha cahil, bahil ve cahil
görülemez. Acaba o adamdakileri senin mi zannediyorsun. Bu o kadar cahilliktir
ki, tarifi imkansız. Eğer sana gelecek bir şey varsa
başkasına gidemez. “ HAŞA “ Allah’a mı kin tutuyorsun.
Halbuki Allah-ü Taâla:
- “ Emrim değiştirilemez. Ben
kullara zulum etmem.”
Buyuruyor. Allah sana zulmetmez. Senin
kısmetini başkasına vermez. Bunu böyle bil. Aksini düşünme,
cahillik etme.
Allah’ın verdiği nimete
karşı durmak hıyanettir. Kendine zulumdur. Sonra bir nevi yere
hased etmektir. Çünki, o hased ettiğin insanın nimeti yerden
çıkar. Altın, gümüş yerden gelir. Bunlar miras olarak gelir.
Geçmiş ümmetlerden. Ad, Semud, Kisra, Katser’lerin elinden geldi. Bir
zamanlar bu mallar, bu mülkler onlarındı. Asıl onlara hased
etmek lazım. Çünkü komşunun malı onların malının
milyonda biri olur.
Senin bu hasedine bir misal vardır:
Bir insan koca bir sultanı askeri, mülkü,
tacı, tahtı ve bütün saltanatı ile görüyor. Onun çeşitli
nimetlerini her an seyrediyor. Buna hased etmiyor. Beri yanda
padişahın köpeklerinde birine hizmet eden bir yabancı köpek
görüyor. Yabancı köpek ile yerli köpek oturuyor, kalkıyor. Her türlü
geçimini onun sayesinde sağlıyor. O zavallı adam bu hale
tahammül edemiyor. O yabancı köpeğin ölmesini yerine kendinin
geçmesini temenni ediyor.
Bu hal alçaklığın ve
hasisliğin en büyüğüdür. Böyle düşünen bir adam için, zühd,
inanç diye bir şey olmadığı gibi, ondan daha ahmak, daha
bilgisiz kimse de olamaz.
Zavallı, eğer kıyamet gününde o
hased ettiğin komşunun başına gelecekleri bir bilsen, hiç
hased etmezsin. Eğer, o adam Allah’ın emrine uymuyorsa, nimetlerin
hakkını ödemiyorsa onun başına gelecekleri yalnız
Allah bilir. Allah, nimetleri kendi yoluna sarf edilsin diye verir, aksi halde
nimet felaket olur.
Peygamber efendimiz bir Hadis-i Şerifinde
şöyle buyuruyor:
- “ Kıyamet gününde bir takım
insanlar etlerinin makasla kesilmiş olmasını isterler. Buna
sebep, zavallı kimselerin dünyada çektikleri bela yüzünden orada
aldıkları sevabı görüp, imrenmeleridir. “
O gün, senin zengin komşun bir fakir
olmayı ister. Kıyamet günü bir sürü hesabın görülmesi ve
münakaşası onu yorar. Güneşin
sıcaklığı altında beyni pişer. Böyle günlerce
bekler. Oranın bir günü, buraya nisbetle elli bin senedir. İşte
o dünyadaki nimet hesabını böyle verir. Halbuki sen, eğer hased
etmeden sabırlı durursun. Dünyada güçlüklere sabredenler orada rahat
eder. Sıkıntılara göğüs gerenler, orada mesud olur. Sen de
dünyada iken kazaya, kadere iman edip, kaderine razı olduğundan orada
en büyük nimete mazhar oldun. Başkasının zenginliğine göz
dikmediğin için, orada tam afiyet buldun.
İşte dünyada kendi
hastalığını, başkasının
iyiliğine,darlığını başkasını
genişliğine, düşkünlüğünü başkasının
iyiliğine tercih edenler öbür alemde arşın gölgesine
sığınırlar..
Sana n büyük tavsiye: Belaya sabret, nimelere
şükret ve her işini ulvi gök kubbesini yaradana ısmarla...
Yaradanına karşı doğruluk
gösteren, yabancıdan kaçar, sabah akşam Hak’la olur.
Gayrısına yüz vermez.
Ey cemaat!.. Size ait olmayanı istemeyin.
Hak’kı birleyin, şirk koşmayın. Allah’a yemin olsun ki,
kader okları sizi bulur. Bir defa yerinden çıkan kader oku, nerede
olsanız sizi bulur. Kendini hak yola vermişler, Hak’dan gayrisini
yitirirler, fani varlıkları yok olur. Sonra Allah onlara kefildir.
Her hangi bir şeyi ilahi emir olmadan
nefse uyarak almak inattır. Kötülüktür. Nefse uymadan almak iyidir. Fakat
pek iyi değildir. Arzu etmeden geleni almak hoştur yalnız ahlak
nizamına uyması şarttır.
Allah’ın göndermiş olduğu
rıskı kabul etmemek, almak için manevi bir emir beklemek yerinde bir
iş değildir. Buna riyakarlık denir. Münafıklık olur.
Bu günkü halinle ruhaniler zümresine
girmeği özleme. Bütün varlığın yok olmadıktan sonra
erenlere katılamazsın. Bütün duyguların tek tek hak yola
girmeli. Bir bir varlığın maddi alemden ayrılmalı.
Şöyle bir dünya aleminden silkinip
varlığını kurtarmalısın. Tuttuğun hak için,
hareket ve sükûnun O’nun için olmalı. O’nu gör ve O’ndan işit.
Hakkı konuş, hakka yapış, onun için çalış,
aklın Hak işlere ersin.
Bir zamanlar yoktun. Sonradan sana bir
varlık izafe edildi. İşte bu varlık, seni haktan
ayırdı. Ruhaniler zümresine girmene mani oldu. Bu
varlıkları terkedince ermiş olursun. Erince de, ruh olursun.
Ruhaniler zümresine girersin.
Sır ol... Tek ol... Sırrın
sırrı, gizlinin gizlisi, her şey sana düşman görünmeli:
Seni Hak’dan uzak tutan her şey... Bu düşmanları içinden
seçmelisin.
İşte İbrahim.(A.S.):
- “ Bana rabbülaleminden başka hepsi
düşmandır. “
Buyurdu. İbrahim Halil (a.s.) putlara:
- “ Düşman... “
Diyordu... Şimdi senin için put zahirde
yoktur, ama gizlide çoktur... Haktan başkalarıyla meşgul eden
her şey sana düşmandır, sana puttur. Bu putları bırak.
Halktan bir şey umma. Görürsün ki sır alemi sana
açılmış, ruhaniler alemi sana açık olmuş... Kimsenin
bilmediğini bilmeğe başlarsın. Yapılamayacak
işler senden zuhur etmeğe başlar. Adet dışı,
tabiata uymayan işler görmeğe başlarsın. Bu işler,
gerçekte öbür aleme has ise de sana burada görmek nasib olur. Çünkü öldün
dirildin. Varlığını Hak yolunda yok ettin. Ölmeden evvel
ölenlerin sırrına erdin. Kudret alemi sana kapı açtı. Her
halinle oranın malı oldun. Artık kudret aleminde yaşayanlar
gibi işitmen, konuşman, tutman, görmen, yapışman, yürümen,
akıl etmen... Hasılı huzur ve sükunun Hakla olur, başkası
sende yoktur. Hiçbir şeyi göremez olursun. Çünkü senin için, Hak
varlığında başkası yoktur.
Yalnız bu alemin içine dalınca
Allah’ın emirlerini bilmen gerek, yasaklarına katiyyen yakın
olmamalısın. Eğer peygamberin (s.a.v)
yaptıklarının birini terk edersen şeytana oyuncak
olduğunu bil. Hemen ilahi emirlere koş, şahsi arzulara
düşme. Hangi iş; Allah ve peygamberin emrine uymazsa,o iş
sapıklıktır. En doğrusunu Allah bilir....
Sana bir misal getireceğim. “ Fena “ üzerine
olacak. Şunu demek isterim. Bir sultan, halk içinden seçeceği kimseyi
bir beldeye tayin eder. Ona her türlü yetkiyi verir. Bir vali için lazım
olan her çeşit nişanları takar. Aradan zaman geçer. O vali
kendini beğenmeğe başlar. Padişahın nimetini unutur.
Sanki o yer kendisine bakidir. Kendini beğenir,ilk halini unutur,
eksiğini hatırlamaz, eski fakirliği aklına gelmez. Halbuki
bir zamanlar bir köşede unutulmuştu. Bu kibir o zavallıyı
sarar. Kendini çok beğenir. Firavunlaşır. Bu hali çok iyi bilen
şah onu azleder. Öyle bir hal alır ki, ilk devrini arar ama eline
geçmez.
Padişah ondan
yaptıklarının hesabını sorar. Bütün
hatalarının cezasını çektirir. Emirlerin
yapılmayışı, yasaklara tecavüz etmek o zavallıya
pahalıya mal olur. Çok feci bir şekilde hapsolur. En dar yere
tıkılır. Büyük sıkıntıya düşer. Devamlı
bir ihtiyaç içinde kıvranır. U kıvranma onun için iyi olur.
Böbürlenmesi ölür. Kibri gider. Haddini bilir. Nefsi körlenir. Şahsi
arzusu söner. Benliğini eritir. Bunlar padişahın gözünden
kaçmaz. O şahsın bilgisi bunları kaybetmez.
Bu durumda padişahın merhamet
nazarı ona dokunur. Rahmet ve merhamet nazarına mazhar olur.
Dolayısıyla, zindandan çıkarılma emrini verir. Bu arada
bütün in’am ve ihsanını ona yağdırır. Eski devletini
verir. Ayrıca o miktarın iki misli de mükafat verir. Artık bu
iş böyle devam eder. Bundan sonra kötülüğe girmez. Kibri, gururu
unutur. Saf ve temiz olarak vazifeye devam eder.
İşte bu misal bir iman sahibinin
halidir. Bir kimse Allah’a yaklaşınca, Allah onu sever ve seçer. Kalb
gözü açılır. Nimet, in’am ve ihsan kapıları ona açık
olur.
Zaman olur, o kalb gözü ile kimsenin
görmediğini görür, işitmediğini işitir, akla hayale
gelmeyen garip işler seyreder. Yerin, göğün hikmetini anlar.
Onlardaki esrarı çözmeğe başlar. En güzel vaadi alır. Vaad
olunduğu şey kendisine bol bol verilir.
Hak’ka yaklaşır. Onun güzel
sözlerini duyar. Bu duygu yalnız safiyetten ve manevi yükselmeden gelir.
Bu hale fenaya ermiş kişi kavuşur.
O sözün hikmetini söyler. Çünkü kalbi
temizdir. Safiyete ermiştir. O temizliğin nuru, kalbten dile gelir. O
nurlu hal, o büyük insanın her halinde sezilir.
Fenaya ermiş olan kibirli değildir.
Gönlü engin olur. Dışı mütevazi insanlar gibi olur.
Aldığı helâldir. Her haliyle Allah’ın yasaklarına
yanaşmaz. İşte bu halde o insan kendinden emin olur. Kendini
huzur içinde görür. İşte bu hoşluk bir zaman devam eder, bunun
bir daha gitmeyeceğini sanır aldanır. Aniden belaların
kapısı açılır. Çocukları yok olur. Malı telef
olur. Kalbindeki huzur bozulur. İlk zamanda verilmiş olan bütün
nimetler yok olur.
Bu haller bu zatı hayrette
bırakır. Üzülür, kalbi kederle dolar. Zahirine baksa yalnız
kötülük görür. Kalbine dönse, yalnız hüzün ve zulmet görür. Allah’a dua
etse icabet bulmaz. Bir yandan vaad alsa verildiğini göremez. Birine bir
şey vermek istese yerine getiremez. Bir rüya görse tabir etmek kolay
olmaz. Halka karışmak istese yapamaz. Şayet bir kolaylık
bulup halka gitmek istese derhal bela ile karşılaşır.
Halkın eli, bu durumda ona musallat olur.
Neredeyse tırnaklarıyla vücudunu parçalarlar. Dilleri
ırzına malına dokunur. İlk halinden bazı şeyler
anlatmak isterse, diyemez. Evvelce gördüğü nimete karşı,
şimdiki belayı hoş görse yapamaz. Bu halde, nefis onu böyle yok
eder. Heva, şahsi arzu onu ilk halden alıkoyar. Manevi yolculuğu
tükenir. Oluşlar durur. Manevi hal kapanır. Daimi bir telaş
içinde kalır. Her gün sıkıntısı üzüntüsü
çoğalır. Bu haller devam ederken haberi olmadan manen yükselir.
Birden kapı açılır, bu açılış ani olur,
açılışla beraber maddi ve manevi varlık yok olur, yalnız
ruh kalır.
İşte bu halde işler başka
olur. Batıni deruni sesler işitir. İlk söz; Hz. Eyyub’a
olduğu gibi tecelli eder:
- “ İşte sana, tatlı su, iç ve
şifa olduğunu bil, yıkan!.. Ayağını vur, o
çıkar...”
Kalbinde rahmet çeşmeleri akmağa
başlar. İlâhi rahmet ve şevkat onu diriltir, ona hakikat
kapıları açılır. Gönül yolları gösterilir. Her kuvvet
karşısında söner. Her varlık hizmetine koşar. Diller
onu över. Her canipten onun ziyaretine koşarlar. Şah diye geçinen,
kendilerini yaratıcı olarak tanıtanlar, onun kapısında
köleye benzerler.
O, insan olmuştur. Rahmet onun yüzünden
okunur. İlâHİ NUR, gözlerinden çıkar. Kendisini de halinden
memnun eder. Bu hali hakka varıncaya kadar devam eder.
Sonra kavuşacağına
kavuşur. Dünya gözü onu görmez, buranın duygusu o alemi sezemez.
Allah-ü Taâla onlara hazılanan nimetleri anlatırken şöyle
buyuruyor.
-“ Onların mükafatı büyüktür.
Buradaki ölçüler ve tartılı bilgi onları bilemez. O göz
kamaştırıcı nimetleri hiçbir nefis bilemez.
Nefsin iki hali vardır. Üçüncüsü yoktur.
Biri bela diğeri afiyet...
İnsanlar, başlarına bir bela
geldiği zaman bağırır, çağırır, Allah’ı
şikayet eder. Allah’a darılır. Her şeye itiraz eder.
Hak’kı töhmet altına almak ister. Ne sabır bilir, ne de bir
nasihatçıya uyar. Yalnız kendi aklına göre Allah’a (haşa)
eş bulma yoluna girer, bir uygunsuz hareket yolu bulur.öylece gider.
Afiyet haline gelince; ondan daha iyisi
yoktur, güler, oynar sevinir. Zaman kaybetmeden şehvet yollarına
koşar. Hiç biriyle yetinmez. Biri eskiyicince yenisini aramaya koyulur.
Yemek beğenmez. İçkilerin her çeşidini sofrada bulundurur.
Evinde hanımını da hemen savar, onun da yenisini arar. Evini
beğenmez, iyisini arar. Binek işi de çok önemlidir. Daima günün en
iyisini ister. Elinde olan her şeye bir ayıp bulur, hemen yenisini
tedarik etmeye koyulur. Böylece bütün rahatını kendi eliyle
kaçırır. Bilmez ki, her şey kendisi için değildir.
Buna akıl erdiremeden iyi şeylerin peşine düşer.
İşte bu haller insanı yorar.
Elde mevcut şeylere razı olmamak, insanı her çeşit
güçlüğe sürükler. Sonu gelmeyen eziyet, içinden çıkılması
mümkün olmayan felaketler bundan sonra başlar.
Dünyalığıvar rahat etmesi gerekirken, eliyle keyfini
kaçırır.
Bundan sonra öbür alemin işi başlar.
Ölür, sorguya çekilir, hesap veremez. Çünkü düzenli hiçbir iş
tutmamıştır. Bazıları şöyle der:
- Öbür alemin ve buranın en çok
cefasını çekenler, kendilerine ait olmayanı isteyenlerdir. Ve
yapamayacakları işin peşinden koşanlardır.
Bir insan düşünelim: Bir zamanlar her
türlü maddi sıkıntı onun manevi durumunu da bozmuştur. Bu
halinde yalnız belanın gitmesini ister. Yalnız bunun için
Allah’a yalvarır. Bir gün duası kabul olur, her çeşit
darlık zail olur gider. Genişlik başlar. Bundan sonra o zat,
evvelce çektiği bütün sıkıntıyı unutur. Allah’ı
da unutur, kulluk etmez. Her çeşit günah yollarını seçer. Bu
adamın hali nasıl olur? Elbette ki “iyi olur “ denemez.
Tam tahmin edildiği gibi olur. Dünyada
israfın yolunu tuttuğu için her şeyi az zamanda biter, yine
darlığa düşer. Ve artık, eski halini de bulamaz, sürünerek
ölür gider... Bununla bitse iyi, öbür alemde bir de hesabını vermek
vardır.
Eğer bu insan beladan kurtulduğu
zaman, derhal ibadet ve taat yolunu tutmuş olsaydı, bir daha eski
haline düşmezdi. Elinde bulunanla yetinip gayrısını bulmak
için onları bir yana itmemiş bulunsaydı, ömrü rahat içinde
geçerdi. Dünyası hoş olurdu, Ahireti ise onun çok üstünde
rahatlık verirdi.
Dünya ve ahiret selameti isteyen
sabırlı olmalıdır, elinde bulunanla yetinmeyi adet eden
rahattır. Daima Allah vergisine şükür edenin nimeti artar.
İnsan fani varlıklara
dayanmamalı. Onların elindekini unutmalı ve Hak’ka,
ihtiyacı için dua etmelidir. Ve Allah’ın emri üzerine
çalışarak her şeyini kazanmalıdır. İşte
böylece eğer darda ise dua ederek kurtuluşunu, O’ndan beklemelidir.
İnsanların kurtarması ne kadar sürer, birinden ne kadar iyilik
görülürse görülsün, devamı beklenemez. Bir zaman gelir her iki taraf da
bundan usanır. İyilik eden vermekten, kabul eden de mihnet altında
kalmaktan bıkar.Ama Allah böyle mi? O, usanmaz, daima iyilik eder. Kafir
kullarının dahi rızkını kesmez.
Yeri gelmişken şunu da söylemek
yerinde olur. Allah’ın verdiğini iyiye kullanmak şarttır.
Bunun icabı budur. Mahzurları yukarıda belirtilmesine
rağmen bir daha söylemek iyi olur. Bu sebeple helâlin hesabı,
haramın azabı olduğunu hatırlatmak lazım gelir.
Her şeyin iyi tarafını görmek
en iyisidir. Yoksullukta güzellik olabilir. Bazı zahmetli işlerin
sonunda iyi olmaları muhtemel. Bazı hastalıklarda şifa
vardır. Şunu da unutmamak iyi olur ki, Allah’ın emri kesindir,
başka şeylere benzemez. Onun içindir ki bu yolda çok dikkat gerek.
Onun her iradesi mutlak yerine gelir. İtiraz etmekle hikmet
değişmez, emri geri alınmaz. “O, her neye ol... Demeyi murad
ederse... O olur...”
Hak’kın her işi hikmettir. Her
emrinde fayda vardır. Şu da var ki; Allah, hiçbir zaman
insanların zararını istemez.
Söz buraya gelmişken; bir daha ilk
sözleri tekrar etmek iyi olur. Gerçi tekrar değildir ama, sözün baş
tarafında belirtilenlere benzediği için böyle diyoruz. Söylemek
istediğimiz şudur: En yerinde ve insana yakışan iş,
razı olma melekesine sahip olmak ve teslim haline ermektir. Bundan sonra
ibadet gelir ki, onun hakkında bir diyeceğimiz yoktur. Çünkü her
müslüman onun ne demek olduğunu bilir.
İbadet sadece kulluk etmektir. Ötesi yine
teslim halidir. Yani kader ne ise onu gözetmekten ve ona uymaktan başka
kurtuluş yoktur. Bundan sonrası kader bahsi ile ilgilidir ki,
incelemek iyi olmaz. Çünkü o bir ilâhi sırdır. Ona kolayca akıl
ermez. Bu bapta tavsiyemiz, yalnız bir sükûttan ibarettir. Çünkü bu ince
mesele ancak duygu ve halle sezilir, ilim yolu ile bilinmez.
- Bu iş nasıl oluyor, neden ve ne
zaman olacak?
Gizli gözler yerinde olmaz. Kaderin iç
nizamını kurcalamak bir nevi şirke benzer ve Allah’ı
töhmet gibi olur. Bu sözümüz İbn-i Abbas’dan rivayet olunan bir
Hadis-i Şerife istinad eder.
İbn-i Abbas şöyle diyor:
- Birgün ben Rasulallah’ın
ardındaydım, yürüyorduk. Bana döndü ve:
- Ey Allah’ın kulu, Allah’a iyi
sarıl, onu bırakma. Bu gayreti içinde saklarsan Hak da seni esirger.
Bu duyguyu taşıdığın müddet Allah'ı’ kendine
yakın bulursun. Bir şey isteyecek olursan, ondan iste.
Yazılan yazılmış ve kalem kurumuştur. Olacak
şeyler de olur. Bütün insanlar bir araya gelse, ilâhi bir hüküm yoksa,
sana fayda sağlayamazlar. Ve eğer kaderinde yazılı
değilse, bütün insanlar sana zarar vermeğe gelseler yapamazlar.
Eğer kendinde kuvvet görüyorsan, iyilik yap ve doğru çalış.
Kötülüğe meylin varsa sabırlı olmağa çalış.
Yapmamağa gayret et. Hayrın çoğu sabırdadır. Şunu
da bil ki, yardım sabırlılara olur. Darda kalmışlar
genişliğe çıkarlar. Her sıkıntının sonunda
bir ferahlık vardır.
İşte, her mümine lazım olan
odur ki: Bu Hadis-i Şerifi kalbinde bir ayna gibi saklaya, işini
gücünü buna göre ayarlıya ve böylece çalışa. İşte son
nefesine kadar böyle gide... Allah’ın rahmet ve inayeti sayesinde dünya ve
ahirette böylece güçlüklerden sâlim ola; vesselam...
İnsan, kendisi gibi âcizden bir şey
isteyemez. Yalnız cahil olduğu için ister. İmanı zayıf
olduğu için bu yolu tutar. Marifeti yoktur, yakin derecesine
varmış imanı yoktur. Sabrı yok denecek kadar az olduğu
için bu yola düşmüştür.
Dilencilik huyunu bırakan insanda şu
yüksek vasıflar mevcuttur:
Allah’ın, kendi halini bildiğine
inanır. İlm-i İlahinin her şeyi kuşatmış
olduğuna yakîni vardır. Her an iman yolunda ilerleme kaydeder.
Yaratanını hiçbir zaman unutmaz, her an onu tefekkür etmekten
hoşlanır.
İşte bu hallerde o, kimseden bir
şey istemeğe ve rastgele herkese dert yanmağa utanır. Ve
daima huzurla:
- “ Beni benden daha iyi bilen var.”
Der, günlerini böyle geçirir...
Başta şunu söylemek iyi olur. Arif
insan için iki kanat vardır. Biri korku, diğeri ümit. Bir kuşun
zayıf kanadı diğerine tesir ettiği gibi, arifin de bu iki
halinden biri zayıflarsa yol alamaz. İmanı tekamül etmez.
Hal ve makam da, bir insandaki ümid ve korku
gibidir. Şu da var ki: Her halin ve mekânın korku ve ümitleri
kendilerine göredir. Şunu da diyelim ki, her makamın kendine has
halleri vardır. Bazı derecenin korkusu, bazısının da
ümid fazlalığı vardır. Şu da var ki. Arif bunları
bilemez. O yakınlık derecesine kavuşmuştur. Arzusu
yalnız mevlâsıdır. Dua, ümid, korku; bunlar onun için bir
şey ifade etmez. Yalnız Hak’la olur. O’ndan gayrini sevemez,
başkası ile ünsiyet edemez. Duasının kabulü, ahdinin yerine
gelmesi onun için bir şey ifade etmez. Bu hal benim şanıma
layık değildir. Benim işim böyle olmalıdır, şöyle
olmalıdır, gibi sözler onu alakadar etmez. Daha doğrusu o böyle
şeylerle uğraşmaz.
Burada iki şey meydana çıkar. Bunun
biri, dua kabul olduğu, istek yerine geldiği takdirde, bazı
sebepler yüzünden edep ve terbiye yolları unutulur. Diğeri ise,
şirk koşma gibi bir hal zuhur eder. Bu da insan için bir çeşit
mekir gibi olur... İşte bunlar için de, duanın kabul
edilmeyişi yerinde tefsir edilmelidir. Çünkü, zahirde peygamberlerden
başka nefse uymayacak ve günah işlemekten masum yoktur. Bütün
peygamberler, bilhassa bizim peygamberimiz ona salat ve selam olsun...
Eğer bir arifin duası her zaman
makbul olsa,kendine gurur gelmesi muhtemeldir. Bunu bir adet haline
getirebilir. Emre imtisalen değil de keyfine göre hareket etme yolunu
seçebilir.
Yukarıda belirtilen zararlardan daha
fenası, şirk yolunun tutulması ihtimali vardır. Şirk
ise her halde fenadır. Hangi makama ererse ersin, bir arif ancak emir
dahilinde iş yapmaya mecburdur. Bilhassa namaza, oruca ve diğer farz
ibadetlere dikkat etmek yerinde olur. Peygambere(S.A) ittibaen nafile
ibadete devam edilmesi iyidir. Duaların da bu zamanlarda
yapılması lâzımdır.
İnsanları iki şahıs olarak
görürüz. Biri iyilik içindedir..
Nimet içindeki adam sıkıntıdan
ve kederden kurtulamaz. Sebebi, nimetin bolluğu ve bunların
icabı maddi sıkıntıdır. Mal, mülk, her zaman iyilik
getirmez, her parçasının ayrı derdi vardır. Evladı
olur hastalanır, kaza olur, mal mülk telef olur. Bunlar tabii afetler
olduğu halde o insan normal karşılamaz, haliyle elindeki nimetin
tadını bulamaz.
Eğer zenginlik; nimet, rahatlık,
mal, şöhret, hizmetçi ve uşakla olacaksa bunlar o zatta vardır
ve ayrıca düşmandan emin bir durumdadır. Azıcık
sıkıntılarla bu nimetleri unutmak yerinde olmaz. Haddizatında,
o adam için darlık yok demektir. Bunları kendi mütalâasına göre
bela saysa bile, yalnız Allah’ı bulamayışına ve dünya
halini sezemeyişine bağlamak yerinde olur. Bu zat Allah-ü
Taâlâ’yı ;
“ İstediğini yapar,
değiştirir, güzellik verir. Sonra hepsini götürür. Zengin eder, fakir
eder, alçaltır, yükseltir, öldürür, diriltir. Önce verir veya sonraya
bırakır.”
Bir zat olduğunu bilseydi, elindeki
nimetin hiçbirisine aldanmazdı...
Zaman olur, bu genişlik içinde yüzen adam
cehaleti yüzünden bu hale iyice bağlanır. Aslında az olan ve
esasa taallûk etmeyen darlığın giderilmesi için
çalışmaya başlar. Bu kere de sıkıntı birse
beşe yükselir. Bunun nedeni yine dünyayı bilmeyişidir. Halbuki
dünya; bela, keder, hasret ve bir sürü teklif ve tekdirle doludur. Bunlar her
ne kadar zahirde belâ gibi görünseler de aslında nimet
sayılırlar. Burada sabır meyvesini misal vermek doğru olur.
Bu meyve evvela acıdır sonra tatlı olduğu
anlaşılır. Bunun tadına, insan ancak acı çektikten
sonra kavuşur. Acısını tatmayan ve ona tahammül edemeyen
tad bulamaz. Belaya sabreden kimseye iyilikler kendiliğinden gelir.
Şunu da diyelim ki; bir işçi ancak ekmeğini alın terinden
sonra alır. Ve ruhen, bedenen bitap düşüp, ayrıca bir sürü gönül
darlığı çekip kuvvetten düştükten sonra ücretini alır.
Dahasını söylemek lazım gelirse, kendi gibi birisine hizmet edip
manevi bir çöküntüye uğrar, benliği söner, bunun mukabili ücretini
alır. Fakat yine de bu para tatlı gelir. Sonu malum. Bu kadar güç
işlerden sonra alınan para güzel yemek olur. Hoş katık,
tatlı meyve ve sevilen elbise haline gelir. Tabii olarak sevinç ve rahat
başlar.
Azın azı dahi olsa, dünyanın
evveli, üst makama erinceye kadar acıdır. Misal: İnce ve
acı tabaka ile sarılı bala benzer. Bala ermek için
acıyı tatmak asıldır, ancak bu halden sonra tada erilir ve
asıl aranan bulunur.
Her şey sırası ile olduğu
gibi acı ve tatlı karışık da olur. Bunun için
acıya sabır, tatlıya da razı olmak gerekir. Kul
sabrını ilâhi emirlere uymakla göstermelidir.
Yasaklardan çekilmek, kaderin
akışına boyun eğmek yerinde olur. Böylece her şey
hoş geçer, bilhassa ilâhi emirlerin gereğini yapar, nefsine ve
şahsi arzularına karşı olursa ömrünün ilk demleri hoş
geçtiği gibi, sonu da tamamen iyiye döner. Gençlik temiz olunca
ihtiyarlık da herkes tarafından saygı ile karşılanır.
Herkes sever, hürmet eder. Böyle olanın en büyük arzusu dahi yerine
gelir. İradesiz süt çocuğuna yapılan
karşılıksız hizmet gibi, hiç kimse bir şey beklemeden
hizmet eder. Dünyası böyle geçtiği gibi, ahireti daha üstün,
daha farklı olur. Çünkü işin acılı tarafı geçmiş
ve her darlığı yenmiştir.
Burada hatırlatmak istediğimiz bir
durum vardır ki; bu: Nimetlere aldanmamak ve daima şükür etmektir.
Aksi halde insan Hak’kı gücendirmiş olur. Elindeki nimetleri
kaçırır. Peygamber efendimiz buna işareten:
-“ Nimet ehli değildir. Onu şükürle
bağlayınız. “
Buyurdu. Nimetin şükrü, vereni itiraf
etmektir. Nimetin sahibi ise Allah’tır. Bu durumu her halde görmek
lazım.
Her yerde haddi aşmayarak, İlâhi
mirler dahilinde hakkı ödemek gerekir.Zekât, yemin kefareti, adak, fakir
ve düşkünlere yardım gibi şeyleri esirgememekle beraber, gerek
borçlu olanlara ve gerekse zaman zaman,çeşitli hadiseler
karşısında çaresiz kalanlara yardım etmek yerinde
olur. Bilhassa bir hatanın sonunda bir iyilik yapmak, bolluğa,
genişliğe kavuşmaya vesile sayılır...
Her nimetin kendine göre şükrü
vardır. Mesela: Vücud sağlığının şükrü,
zayıflara yardım ve ayrıca bol ibadet yapmak
olmalıdır. Sonra kötü şeylere bakmamak, kötü yerlere gitmemek,
günahtan sakınmaktır. Sıhhatin ayrıca mal ve mülkün elden
gitmemesi için de bir çaredir. Hakkını gözeterek çaresizlere
elindekinden vermelidir. Aksi halde: Ağaç sulu meyvesini vermez,
yaprakları düşer, tadı kaybolur, sanki yokmuş gibi olur.
İlâhi emirlere uyulduğu takdirde daima iyilik zuhur eder. Her
şeyde bolluk olur. Dünya işleri yoluna girer. Ahirete gelince:
Peygamberler, şehidler, sıddıklar ve salihlerle beraber olunur.
Ayet:
-“ Bunların
arkadaşlığı hoş olur. “
Eğer dünya zinetine aldanır ve
geçici zevklerin peşinde olursan her iyilik kaybolur. Hiçbir şeyin
sade olmaz. Herşey gözünde küçük görünür.
İnsan, hoşlandığı
hiçbir şeyi bulamaz, fakat yine de dünyayı bırakmaz.
Her kim dışı süslü, içi
öldürücü zehirlerle dolu olan işlere kapılırsa, onun için
söylenecek şey; belanın yaklaşmış olduğu ve az
zamanda geleceği olur. Dünyada böyle olduğu gibi, öbür alemde de en
güç azaba düçar olur.
Her bela bir suçun cezasıdır ve her
darlık işlenen bir suçun karşılığıdır.
Buna; bir deneme, bir tenbih denilebilir. Günahlara kefaret demek de yerinde
olur. Büyük insanlara gelince, onlara bela yükselme sebebi olsa gerek. Çünkü
her belanın sonunda yüksek makam ve ulu dereceler vardır. Zaman
aşımıyla, bela gibi görünen şeyler aslında bir lütuf
olduğu anlaşılır. Her hareket ve adımda yükselme
kaydedilir. Çünkü büyüklerin darlığı perişanlık için
olmaz, bilakis daha yüksek makamlara ermek için bir imtihan sayılır.
İmanın hakikatına ve güzelliğine erip ermedikleri,
darlık zamanında çeşitli sebeplere baş vurmamaları ile
meydana çıkar. Böylece Allah onların sağlam iman sahibi
olduklarını kullara anlatmak ister.
İşte bir Hadis-i Şerif:
-“ Sabırlı ihtiyaç sahipleri,
kıyamet günü Hak’kın misafiridir. Dünya ve ahirette Hak’dan uzak
olmazlar. “
Dünyada kalpleri hoştur, ahirette ise
rahatları artar.
Balâ onların kalplerini temizler.
Halkın ve sebeplerin tesiri olamayacağını bildikleri için,
Allah’a çok bağlanırlar. Ona varmak için benlikleri ve şahsi
hevesleri bir tuzak olduğu kanaatine sahip olduklarından yalnız
Hak’ka bağlanırlar. İyi bilirler ki, her şey Hak’dan ve
Hak’kındır.
Son şunu diyelim: Bela onlar için nimet
demektir...
Belanın gelişi iki sebebe
bağlanır. Birincisi, yukarıda da belirtildiği gibi
sabırsızlığın ve kötü yolların tutumu neticesinde
olur. İkincisine gelince, yine anlatıldığı gibi
günahlardan temizlenmek için olur. Her iki halde iyi sabreden için netice
hayırlıdır. Bela ne kadar çoğalırsa çoğalsın
sabretmek, taatı ve ibadeti bırakmamak yerinde olur...
Hal, sabırla devam ederse görülecektir
ki; insan iyilikler ve hoşluklar içindedir. Yani sabır devam ettikçe
ilâhi fiiller zuhura gelir ve her kötülük iyiliğe çevrilir.
İşte... Günler ve aylar devam
ettikçe her halde sabretmek daha hayırlı olur....
Devam edecek.......
Kaynak : http://www.candost.org/