mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk
etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü ömer-i sâni yolunda sarf eyle.
Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve
içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı
veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.»
(Divan-ı Harbi Örfi sh: 30)
Yine aynı mevzuda sultan Abdülhamid Han zamanında, Bediüzzaman Hazretlerinin
gördüğü hilafete dair gayet hakikatlı bir rüya:
«“Hilâfete dair bir rû’yadır. Âlem-i menamda Padişah’ı gördüm(48) dedim: Sen
zekât-ül ömrü, Ömer-i sani(49) mesleğinde sarfet! Tâ ki, Meşrûtiyet riyasetine
lâzım ve bi’atın mânâsı olan teveccüh-ü umumiyeyi kazanasın!
Padişah dedi: “Ben onun yolunda gideyim. Siz de ol zaman ehlini taklid
edebiliyor musunuz?.. Bir de sizde, onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve
ahlâk’...”
Ben dedim: -Bizdeki tenbih-i efkâr-ı umumî ve tekmil-i mebadî ve vesait ve
ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal, hem
de netice-i matlub olan terakkiyi intac edebiliyoruz. Dü-vel-i ecnebiyenin
adaleti(50) bunu ispat eder.
O dedi: -Nasıl yapacağım?
Dedim: -İstibdat, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsnü
niyyeti göster. Pür- şefkat ile Meşrutiyet’i kansız kabul ettiğin gibi, menfur
olmuş Yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski Zebanîler yerine, melaike-i
rahmet gibi muhakkikin-i ulemayı doldurmak ve Yıldız’ı Dârul-Fünun gibi
etmek; Ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve meşihat-ı İslâmiye’yi ve hilâfeti
mevki-i hakikisine is’ad etmek.. Ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve
baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavî etmekle; Yıldız’ı süreyya
kadar i’la et!
Ta, hanedan-ı Osmanî ol burc-u Hilâfette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de
havaic-i zaruriyeye iktisat et, ta alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare
millet de iktida etsin. Madem ki imamsın!..
Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem-i yakaza rü’yadır. Asıl uyanmak
(uyanıklık) ve hakikat o rü’ya imiş...”(Asar-ı Bediiye sh: 375)
SULTAN ABDÜLHAMİD HAN İDARESİNİ TENKİD MESELESİNİN
HAKİKATİ:
Sultan Abdülhamid Han idaresini tenkid eden bazı edip ve siyasi şahsiyetlerin, bir
hiss-i kablel-vuku iltibasıyla yanlış hedefe taarruzları olmuştur. Bu iltibasın esas
sebebi, aşağıdaki rivayetin te’vili ile anlaşılır. Şöyle ki:
«Rivayetlerde her iki Deccal'ın hârikulâde icraatlarından ve pek fevkalâde
iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş. Hattâ bedbaht bir kısım
insanlar, onlara bir nevi uluhiyet isnad eder diye haber verilmiş. Bunun sebebi
nedir?
Elcevab:
tahribat ve hevesata sevkiyat olduğundan, kolayca hârikulâde öyle işler yaparlar ki;
bir rivayette "Bir günleri bir senedir" yani, bir senede yaptıkları işleri, üçyüz senede
yapılmaz, denilmiş. Ve iktidarları pek fevkalâde görünmesi ise, dört cihet ve sebebi
var:
Birincisi:
orduların ve faal milletin kuvvetiyle vukua gelen terakkiyat ve iyilikler haksız
olarak onlara isnad edilmesiyle
tevehhüm edilmeğe sebeb olur. Halbuki hakikaten ve kaideten, bir cemaatin
hareketiyle vücuda gelen müsbet mehasin ve şeref ve ganîmet o cemaate taksim
edilir ve efradına verilir. Ve seyyiat ve tahribat ve zayiat ise, reisinin tedbirsizliğine
ve kusurlarına verilir. Meselâ: Bir tabur bir kal'ayı fethetse, ganîmet ve şeref
süngülerine aittir. Ve menfî tedbirler ile zayiatlar olsa, kumandanlarına aittir.
İşte hak ve hakikatın bu düstur-u esasiyesine bütün bütün muhalif olarak
terakkiyat ve hasenat o müdhiş başlara ve menfî icraat ve seyyiat bîçare
milletlerine verilmesiyle; nefret-i âmmeye lâyık olan o şahıslar, -istidrac
cihetiyle- ehl-i gaflet tarafından bir muhabbet-i umumiyeye mazhar olurlar.
İkinci cihet ve sebeb:
ve a'zamî bir şiddet ve dehşet
Evet, öyle acib bir istibdad ki; -kanunlar perdesinde- herkesin vicdanına ve
mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler.
ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kabl-el vuku ile bu dehşetli istibdadı
hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata
bir cebhede hücum göstermişler.... Hem öyle bir zulüm ve cebir ki, bir adamın
yüzünden yüz köyü harab ve yüzer masumları tecziye ve tehcir ile perişan
eder.» (Şualar sh: 593)
(vel ilmi ındellah) İcraatları büyük ve hârikulâde olması ise: Ekserİstidrac eseri olarak, müstebidane olan koca hükûmetlerinde, cesurbinler adam kadar bir iktidar onların şahıslarındamüsbetHer iki Deccal, a'zamî bir istibdad ve a'zamî bir zulümile hareket ettiklerinden, a'zamî bir iktidar görünür.Zannederim, asr-ı âhirde İslâm
Yukarıdaki ifadelerde Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Sultan Abdülhamid’e
yapılan itirazların mahiyetini açıklamaktadır.
Namık Kemallerin, Ziya Paşaların
hiss-i kabl-el vuku ile çok sonra çıkacak dehşetli hakiki istibdad ve zulmü
hissettiklerini fakat yanlış yere ok attıklarını söylemektedir.
Anadolu ve Âlem-i İslâm kıt'asında büyük bir saadetin zuhuruna vesile olunacak
ümidiyle neşrettiği makaleler ve muhtelif içtimalardaki nutukları, hep bu mezkûr
niyet ve tasavvurunun neticesi idi. "El-Hutbet-üş-Şamiye", "Sünuhat" ve "Lemeat"
gibi bazı eserlerinde de görüldüğü gibi,
içerisinde en gür ve en muhteşem sadâ, Kur'anın sadâsı olacaktır!"
beyanatı vardı.
"Âlem-i İslâmdaemeliyle Ankaraya gelmişti. Daha meşrutiyetinbüyük bir İslâmîhalinin mevcud olduğunu gösteriyordu. Ve kendisi; daha eskiden"Şu istikbal zulümatı ve inkılâblarıdiye
Abbasileri müteakiben, Âlem-i İslâm içinde İslâmî idareyi ele alan Türklerin
bin senelik muazzam idaresinden ve hilâfet sürmelerinden sonra, bütün dünyayı
dehşete veren bir harb-i umumî meydana gelmiş, Osmanlı Devleti inkıraz
İşte, Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsaniyle, böyle en elzem bir vakitte,
dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısiyle, ve kendisi de beraber
çalışmak ümidiyle Ankaraya gelmişti.
düşman taarruzlarını defeden ve milletin idaresinin başına geçen yeni
Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur'ana istinad eden ve Âlem-i
İslâmın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyetin hakikatında mevcud
kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve
gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere meclisde çalışıyordu.
maniler karşısına çıktı.
Âlem-i İslâmı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden
istiaze ettiği (Allaha sığındığı) bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler
olduğunu anlamış bulunuyordu. Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat
kadar konuştular
emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrip etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm
hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılâb yapmak icab ediyorsa,
doğrudan doğruya İslâmiyete müteveccihen Kur'anın kudsî kanun-u esasîsi
noktasından yapmak lâzım geldiği
verir. (Mektubat Sahife: 413)
Avn-i İlâhî ve mu'cize-i Peygamberî ileFakat, pek kuvvetli. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmakmealinde ihtarlarda bulunur ve şu temsili ders
"Meselâ: Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem
zatlarla dolu olduğu bir zamanda,
serseri ahlâksızlar bulunup, camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında, ecnebilerin
eğlenceperest seyircileri bulunsa;
olsa eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur'andan bir aşir okusa;
binler ehl-i hakikatın nazarları ona döner. Hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile, o
adama bir sevab kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve
tek-tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek.
Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit;
edebsizcesine fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa
çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına
gidecek; ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin,
istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat, umum o muazzam ve mübarek
cemaatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safiline
içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz
çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; firenk-meşreb,
milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyirciler ise, ecnebilerin naşir-i efkârı olan
gazetecileridir.
tek-tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar vebir adam o camiye girip ve o cemaat içine dahilo vakitsüflî,; o vakit haylazÂlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve
Her bir müslüman -hususan ehl-i fazl ve kemal ise- bu camide, derecesine göre bir
mevkii olur, görünür; nazar-ı dikkat ona çevrilir.
olan ihlâs ve Rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur'an-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve
hakaik-ı kudsiyeye dair harekât ve a'mâl ondan sudur etse
Âyat-ı Kur'aniyeyi okusa
zebanı olan
hissedar olur; ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur.
Yalnız, hayvanat-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar
hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez. Eğer o adam,
şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve
ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Salihînin cadde-i nuranîlerini
zarar, berzahda azab, Âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.
Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası, lisan-ı hali, manen; o vakit -manen- Âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i(Allahümmeğfir lil mü’minine vel mü’minat) duasında dahil olupmedar-ı; manen, bütün ehl-i hakikat ve ehl-i(İtteku firasetel mü’mini feinnehü([3]) sırrına göre ehl-i iman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı(el ehıllaü([4]) sırrına göre; dünyada
Birinci suretteki adam; faraza, hubb-u cahı kalbinden çıkarmazsa, fakat
ihlâs ve rıza-yı İlâhiyi esas tutmak ve hubb-u cahı hedef ittihaz etmemek
şartiyle bir nevi meşru makam-ı manevî, hem muhteşem bir makam kazanır ki;
o hubb-u cah damarını tamamiyle tatmin eder. Bu adam, az hem pek az ve
ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil çok, hem pek çok kıymetdar,
zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır. Ona bedel, çok
mübarek mahlûkları arkadaş bulur; onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabanî
eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine
celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi öyle dostlar bulur ki; daima dualariyle
âb-ı kevser gibi feyizler, Âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir ve
defter-i a'mâline geçirilir."
M. Kemal Paşa
Bediüzzaman'ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve
Bediüzzaman'a; meb'usluk, hem Darülhikmetteki eski vazifesini, hem Şarkda Şeyh
Sünûsi'nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.
itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile,
Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim
bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul'da te'vilini söylediği Hadîslerin ihbar
ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur
ettiğini görür.
Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbül-
Kur'an hakkında,
edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'anın Nurlariyle mukabele
edilebilir"
tevdi edilmek istenen meb'usluk, Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı,
hem Vilâyât-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden
vazgeçirmek için çalışan ve Ankaradan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen
bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara'dan ayrılır, Van'a
gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu
başında bir mağaracıkda idâme-i hayat etmeye başlar...» (Tarihçe-I Hayatı sh: 144)
"O zamana yetiştiğiniz zaman, Siyaset cânibiyle onlara galebetavsiyesine müraatla, Ankarada teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine
MEKTUP-3
BÜYÜK MİLLET MECLİSİNE VERİLEN BİR
BEYANNAME (1923)
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Ankara'da bulundukları kısa süre zarfında
(Kasım 1922-Mayıs 1923) bir çok faaliyetlerde bulunmuştur. Bunlardan birisi de,
altta tamamını yayınladığımız beyannamedir. Ankara'ya ısrarla çağrılan ve çok büyük
alaka ile karşılanan Bediüzzaman Hazretleri bu arada birçok defalar M. Kemal Paşa
ile görüşmüş ve çeşitli vesilelerle münasebetleri olmuştur.
Aslında Mecliste yazılmış olmasına rağmen M. Kemal Paşanın öfkesine sebep olan
beyannameden sonra aralarında şiddetli münakaşalar olmuş ve Bediüzzaman
Hazretlerinin o meşhur sözü olan
imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü
merduttur"
haklıdır”
Meclis’te okunan ve daha sonra neşledilen bu beyanname her zaman geçerli, hatta o
zamandan sonrasına bakan yönüyle daha da ehemmiyet kazanmıştır.
ehemmiyetli hakikatler, sahiplenecek gerçek vatanperverleri beklemektedir.
Günümüzdeki veya bundan sonra idareye talip olanlar dikkate alırlar...
İnşaallah...
"Paşa, Paşa! Kâinatta en yüksek hakikatsözü üzerine M. Kemal Paşa özür dilemiş ve etrafına “Hocamdiye beyanda bulunmuştur.Bu
asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal'e
verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle
ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham
edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum.
Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat
etmeye hazırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı
ve zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar
muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı
sevmek yolunda, milyonlar efrada manen ihanet, belki adavet ediyorlar.
"Şerefler, müsbet hayırlar, maddî-manevîdiye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve
Evet çok emarelerle bildik ki;
Kemal'e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebebler bahanedir
için mecbur oldum ki, o muarızlarıma derim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı
şarkıyeye vaiz-i umumî yapmak için Ankara'ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç
madde, beni onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzivada azab çektim,
dünyalarına karışmadım.
bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa. Bunun
Birinci Madde: Bir hadîs-i şerifin, âhirzamanda an'anat-ı İslâmiyenin
zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef'aliyle göstermesidir.
Ben otuzaltı sene evvel o hadîsi tefsir etmiştim. Aynen bu adama manası çıkmış.
Mahkemedeki müdafaatımın "Üçüncü Esas"ında izahı var.
İkinci Madde:
vücuduyla olabilmesi; ve o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, bir tek şartın
bozulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattır. Umumun dillerinde "Tahrib, tamirden çok
kolaydır" diye darb-ı mesel olmuştur. Bu kat'î kaideye binaen,
ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar o kumandanın hatasından ve ehemmiyetli
şerefler ve zaferler ise ordunun kahramanlığından geldiğinden; o fenalıkları
ona, o iyilikleri orduya vermek lâzım gelirken, bütün bütün aksine olarak
cemaatın hayrını baştaki bir ferde ve o ferdin şerrini cemaata vermek dehşetli
bir haksızlık olmasıdır.
Üçüncü Madde:
kusurunu cemaata isnad etmek ise, binler hayırları birtek hayra indirmek ve birtek
kusuru binler kusur yapmaktır. Çünki
herbir neferi bir gazilik rütbesini alır ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire
iner, bir tek gazi olur.
verilmeyip tabura verilse, o bir tek katil bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi
mesul eder ve cezaya çarpar.
Aynen öyle de:
adama verilmezse, beşyüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini
dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur'an bayrakdarlığını kılınçlarıyla ve
kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve
erkânları adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır
ve bu asrın Ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahcub ve mes'ul
eder.
Bir şeyin vücudu ve tamiri ve hayatı, ona ait bütün erkân ve şeraitinmeydanda görünenCemaatın hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o başınnasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse,O binbaşının hatasıyla zalimane bir katil yapılsa ve onaMeydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar onları işleyen ölmüş
Ve mevcud şerefler, zaferler tek adama verilse binler derece küçülür, erkân ve efrad
adedince gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer söner, daha kusurlara karşı
keffaret-üz zünub olmaz. İşte bu sebebler içindir ki;
onun yerinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet
ettiğim o Ordunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefini
muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım.
ben onun dostluğunu bırakıp,
Emirdağı'nda Said Nursî»
(Emirdağ Lâhikası-l sh:284)
* * *
MEKTUP-5
C. H. P. GENEL SEKRETERİ HİLMİ URAN’A
VERİLEN MEKTUP (1947)
Devrin mühim şahsiyetlerinden
verildiği tarihte Parti Genel Sekreteri olan Hilmi Uran
zaman geçerli düsturlar ihtiva eden ve tarihi hakikatleri ortaya koyan ve çözüm
yolları gösteren Bediüzzaman Hazretleri der ki:
, İçişleri Eski Bakanı ve mektubun kendisine'a yazılmakla birlikte her
«
Eski Dahiliye Vekili, Şimdi Parti Kâtib-i Umumisi Hilmi Bey
Evvelâ:
Fakat. yirmi senelik kaidemi bozmadım. Hem eski Dahiliye Vekili, hem şimdi Kâtibi
Umumî sıfatlariyle seninle konuşacağım.
Yirmi sene hükûmetle konuşmayan; tek bir def'a hükûmet hesabına hükûmetin
büyük bir rüknü ile konuşan adam, on saat kadar söylese azdır. Onun için siz,
benimle konuşmayı bir iki saat müsaade ediniz.
Yirmi sene zarfında bir tek istida, Dahiliye Vekili iken sana yazdım.
Sâniyen:
etmeğe kendimi mecbur biliyorum. Hakikat da şudur:
Şimdi, partinin kâtib-i umumisi itibariyle size bir hakikatı beyan
Senin kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkasının, millet karşısında gayet
ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:
Bin senedenberi Âlem-i İslâmiyet'i kahramanlığı ile memnun eden ve
vahdet-i İslâmiye'yi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve
dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve
Türkleşmiş olanların din kardeşleri.
Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur'ana ve hakaik-ı îmana sahib
çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-ı Kur'aniye ve îmaniyeyi tervice
çalışmazsanız; size kat'iyyen haber veriyorum ve kat'î hüccetlerle isbat ederim
ki: Âlem-i İslâm'ın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve
kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i
İslâm'ı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlûb olup, âlem-i
İslâm'ın kal'ası ve şanlı ordusu olan bu Türk Milletinin parça parça olmasına
ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet
vereceksiniz.
Evet,
dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı sefahet-i mutlakı ve ehl-i
namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek, dehşetli bir kuvvetle gelen
bir cereyanı durduracak; ancak, İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve
bütün mazideki şerefini İslâmiyet'te bulmuş olan
bütünlüğüdür.
Evet, bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverleri herşeyden evvel; bu
mümteziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-ı
Kur'aniyeyi, terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-u hareket
yapmakla o cereyanı durdurur, inşâallah…
İkinci Cereyan:
kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri
muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılâb namındaki yaptıkları icraatı esas tutarak,
mevcud haseneleri ve inkılâb iyiliklerini onlara verip; ve mevcud dehşetli kusurlar
millete verilse; o vakit üç dört adamın üç-dört seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup,
hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur'an kuvvetiylebu milletteki din kuvveti ve imanEğer siz hamiyetperver, milliyetperver adamlar gibi, şimdiye
bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk Milletinin geçmiş
asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve
milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir mânevî azab ve şerefsizlik
olmakla beraber
ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri, o üç-dört adama verilse, o üçdört
milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli
kusurlara keffaret olamaz.
; o üç-dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve
Salisen: Size karşı, elbette çok cihetlerde dahilî ve haricî muarızlar var. Eğer
bu muarızlarınız hakaik-ı îmaniye namına çıksa idi, birden sizi mağlûb ederdi
Çünki; bu milletin yüzde doksanı, bin senedenberi an'ane-i İslâmiye ile ruh ve kalb
ile bağlanmış. Zâhiren muhalif-i fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfürû etse de,
kalben bağlanmaz.
.
Hem bir müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa Anarşist
olur, hiçbir kayıd altında kalamaz. İstibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan
başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez
misalleri var. Kısa kesip, sizin zekâvetinize havale ediyorum.
Bu asrın, Kur'ana şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlândiya'dan
geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak
vazifenizdir.
verip, şimdiye kadar umumî harb ve sair inkılâbların icbariyle yapılan
istikbalde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza keffaret olup, hem
vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek, milliyetperver, hamiyetperver
namına müstahak olursunuz.
. Bu hakikatın çok hüccetleri, çokSiz, şimdiye kadar gelen inkılâb kusurlarını üç-dört adamlara; hem size
Rabian: Mâdem, ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve mâdem
siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz ve mâdem o kat'î ölüm, ehl-i dalâlet için
îdam-ı ebedîdir. Yüzbin cemiyetçilik ve dünyaperestlik ve siyasetçilik onu tebdil
edemez.
Ve mâdem
güneş gibi isbat eden
feylesof, hiçbir dinsiz ona karşı çıkamıyor, bilâkis, dikkat eden feylesofları îmana
getiriyor. Ve bu oniki sene zarfında dört büyük mahkemeniz ve feylesof ve ulemadan
mürekkeb ehl-i vukufunuz, Risale-i Nur'u tahsin ve tasdik ve takdir edip, îman
hakkındaki hüccetlerine itiraz edememişler. Ve bu millet ve vatana hiçbir zararı
olmamakla beraber,
gibi bir sedd-i Kur'anî olduğuna
gençlerden yüzbin şahid gösterebilirim.
Elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak ehemmiyetli bir vazifenizdir.
Kur'an, o îdam-ı ebedîyi, ehl-i îman için terhis tezkeresine çevirdiğiniRisale-i Nur elinize geçmiş ve yirmi senedenberi hiçbirhücum eden dehşetli cereyanlara karşı, sedd-i Zülkarneyn, Türk Milletinden, hususan mekteb görmüş
Siz, dünyevî çok diplomatları her zaman dinliyorsunuz; bir parça da, âhiret
hesabına konuşan benim gibi kabir kapısında, vatandaşların hâline ağlayan bir
bîçâreyi dinlemek lâzımdır.
Bu istida, yirmi senedenberi hiç müracaat etmediğim halde, bir hiddet
zamanında, bir def'a olarak, beni tâzib eden
yazılmış; bera-yı malûmat
lüzumsuz dört-beş def'a bana sıkıntı verdiler; " Senin yazın böyle değil, kim sana
böyle yazmış!" diye, resmen beni karakola çağırdılar. Ben de dedim:
müracaat edilmez.. yirmi sene sükûtum haklı imiş.»
Bediüzzaman Hazretleri her devrede ikaz mektuplarını yazmıştır.
devre”
ve irşad edici
kaç maddeyi şöyle sıralamıştır. Şöyle ki:
“Çok partilidenen 1950’li yıllarda siyasi iç mücadelelere karşı dikkati çekmiş ve ikazmektuplar yazmıştır. Bu mektuplardan mühim birisinde çok önemli bir
«[Risale-i Nur'un vatana, millete ve İslâmiyet'e büyük hizmetini kabul ve takdir
eden
Başvekil Adnan Menderes'e Üstad'ın yazdığı bir mektub]
‘
Bismihi Sübhanehü’
Ben çok hasta olduğum ve
gibi bir İslâm kahramanı
görüşmeye müsaade etmediği için; o surî konuşmak yerine bu mektub benim
bedelime konuşsun diye yazdım.
siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderesile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim
Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyet'in bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi
dindarlara beyan ediyorum:
Birincisi:
vizra uhrâ’(
akraba ve dostları mes'ul olamaz. Halbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik
tarafdarlığı ile, bir câninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza
gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden, tarafdarları veyahut akrabaları
dahi şeni' gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete
çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve
garaza ve mukabele-i bil'misile mecbur ediliyor
İslâmiyet'in pek çok kanun-u esasîsinden birisi: ‘Vela teziru vaziretün[9]) âyet-i kerimesinin hakikatıdır ki; birisinin cinayetiyle başkaları,.
Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki
düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır
Mısır'daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat
onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah
etmesin, bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur.
. İran ve
Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet
milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, masumları himaye için, cânilerin
cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.
Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu kanun-u esasîden geliyor:
Meselâ: Bir hanede veya bir gemide bir masum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle
ve emniyet ve asayiş düstur-u esasîsi ile o masumu kurtarıp tehlikeye atmamak için,
gemiye ve haneye ilişmemek lâzım; ta ki masum çıkıncaya kadar.
İşte bu kanun-u esasî-i Kur'anî hükmünce, asayiş ve emniyet-i dâhiliyeye
ilişmek, on câni yüzünden doksan masumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlahînin
celbine vesile olur.
dindarların başa geçmesine yol açmış. Kur'an-ı Hakîm'in bu kanun-u esasîsini
kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak
lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.
Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî
İslâmiyet'in ikinci bir kanun-u esasîsi şu hadîs-i şeriftir:
hadimühüm’(
benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin
noksaniyetiyle ve ubudiyetin za'fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş.
Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir mertebe
tarzına getirdiğinden
esasıyla da bozulur ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah
hükmüne geçemiyor ki, hak olabilsin; belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.
Şimdi Adnan Menderes gibi,
‘Seyyidül kavmi[10]) hakikatıyla, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet adalet olmaz,"İslâmiyet'in ve dinin îcablarını yerine getireceğiz"
diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak
dehşetli cereyan
müdahalesine yol açmak
iki, gayet büyük rüşvet ile halkları aldatmak ve ecnebilerinvaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.
Birisi:
kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede
geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar
hürriyetperverlere hücum ediliyor.
İkinci hücum da:
yüzünden yüz masumun hakkını çiğneyebilen,
hakikatta ırkçılık damarıyla
bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine,
hem bîçare Türkler aleyhine, hem Demokrat'ın takib ettiği siyaset aleyhine çalışarak
ve
kardeşliği veriyor
O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faideden bin defa daha ziyade
düşmanlığa çevirmek
İslâmiyet milliyeti ile dörtyüz milyon hakikî kardeşin her gün
mü’minine vel mü’minat’
ırkçılık dörtyüz milyon mübarek kardeşleri, dörtyüz serseriye ve lâübalilere yalnız
dünyevî ve pek cüz'î bir menfaati için terk ettiriyor.
Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk masumubir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkineİslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp -evvelkisi gibi- bir cânizahiren bir milliyetçilik vehem hürriyetperver dindar Demokratlara, hem bütünserseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık.hakikî kardeşlerigibi acib tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor. Meselâ:’Allahümmeğfir lildua-yı umumîsiyle manevî yardım görmek yerine,
Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve
Türkler'e büyük bir tehlikedir ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir.
Necib Türkler böyle hatadan çekinirler
dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsâr ile
tahakkuk ediyor.
. Bu iki taife herşeyden istifadeye çalışıp,
Bu acib tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı; kırk sahabe ile dünyanın
kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dörtyüz
sene zarfında ve her asırda üçyüz-dörtyüz milyon şakirdi bulunan “hakikat-ı
Kur'aniyenin sarsılmaz kuvvetine” dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve
uhrevî saadet-i ebediyenin zevklerine o cazibedar hakikatla beraber nokta-i
istinad yapmak, o mezkûr muarızlarınıza ve hem dâhil ve hariçteki
düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çare-i yegânedir
insafsız dâhilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin
de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de
yükleyecekler.
olur.
Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr
tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız
hizmete ve mezkûr hakikatı kabul etmenize mukabil dua etmeye karar
vereceğiz....
Üçüncüsü:
hadîs-i şerifin
ba’dan’(
dâhildeki adaveti unutmak ve tam tesanüd etmektir.
. Yoksa oHem size, hem vatana, hem millete telafi edilmeyecek bir tehlikeİslâmiyet'in hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi bu‘El mü’minü lil mü’mini kelbünyanil mersusı yeşüddü ba’duhü[11]) hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı
Hattâ en bedevi taifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir
düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o
dâhildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def' oluncaya kadar tesanüd ettikleri
halde;
gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan
yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi
hâdisatlar görünüyor. Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük
sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı,
onun fikrine uygun ve tarafdar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve
şeytandan kaçar gibi otuzbeş seneden beri Siyaseti terkettim.
binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve
Hem şimdi birisi hem Ramazan-ı Şerif'e, hem şeair-i İslâmiyeye, hem bu dindar
millete büyük bir cinayet yaptığı vakit, muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına
gittiği görüldü. Halbuki
da fısktır, zulümdür, dalalettir
nazarında ettikleri cinayetlerinden mazur göstermek damarıyla muhaliflerini
kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar
dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî ahlâkı da zîr ü
zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir sû'-i kasd
hükmündedir.
küfre rıza küfür olduğu gibi; dalalete, fıska, zulme rıza. Bu acib halin sırrını gördüm ki; kendilerini millet. İşte bu çeşit
Daha yazacaktım; fakat bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik
hürriyetperverlere
dindarbeyan etmekle iktifa ediyorum.
Said Nursî»
(Emirdağ Lâhikası-ll sh:172)
MEKTUP-7
CELAL BAYAR VE ADNAN MENDERES’E
GÖNDERİLEN MEKTUP (1955)
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri,
ile birlikte Bağdat Paktı
Liderlere çok geniş muhtevalı meseleleri de ders veren bir mektup yayınlamıştır.
1955 senesinde Türkiye’nin Pakistan ve Irakadlı bir birlik teşekkül ettirmesi üzerine, Demokrat
Bediüzzaman Hazretleri bilhassa İslâm Ülkeleri ile olan münasebetlerin
küçücük bir başlangıcına bile çok ehemmiyet vermiş ve buna sebeb olan Devlet
Adamlarını tebrik etmiştir
hususan günümüzde bir başka ehemmiyet arz eden bu mektubu buraya alıyoruz.
Şöyle ki:
. Her zaman ibret ve ders alınması lüzumu bulunan,
«Reisicumhur'a ve Başvekil'e
Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve
ölüme kendini yakın gören bir bîçare garib ihtiyar der ki: Size iki hakikatı beyan
ediyorum:
Evvelâ:
millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla
tebrik ediyoruz.
umumiyesine ve selâmet-i ammenin teminine kat'î bir mukaddeme olarak
ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size
yazmaya mecbur kaldım.
Sizlerin Pakistan ve Irak'la gayet muvaffakıyetkârane ittifakını, buBu ittifakınızı, inşâallah dörtyüz milyon İslâm'ın sulh-u
Otuz-kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terkettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu
ihtar-ı kalbînin sebebi:
bulan ve Kur'anın bu zamanda bir mu'cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur'un
Arabistan ve Pakistan'da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul
olması
Risale-i Nur'un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda
kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.
Sâniyen:
hürriyetin başında "kulüpler" suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci
harb-i umumîde yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arabların mücahid
Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı
istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o
ırkçılıkla büyük zarar vermeğe çalıştıklarına emareler görünüyor.
Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen mikdarın üç misliIrkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve
Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi
olduğu halde; evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında müslüman
olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil.
Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar.
Türk gibi Arablarda da Arablık ve Arab milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve
olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir.
bir tehlike-i azîmdir.
Sizin bu defaki Irak ve Pakistan'la pek kıymetdar ittifakınız, inşâallah bu
tehlikeli ırkçılığın zararını def'edecek ve dört-beş milyon ırkçıların yerine,
dörtyüz milyon kardeş Müslümanları ve sekizyüz milyon sulh ve müsalemet-i
umumiyeye şiddetle muhtaç Hristiyan ve sair Dinler sahiblerinin dostluklarını
bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat
geldiğinden size beyan ediyorum.
Sâlisen: Altmışbeş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz
müstemlekât nâzırı Kur'anı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki:
İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz
altında tutamayız. Ya Kur'anı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan
soğutmalıyız."
Türk,O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün"Bu,
İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsad komitesi bu bîçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr
millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de altmışbeş sene evvel bu cereyana karşı,
Kur'an-ı Hakîm'den istimdad eyledim
büyük bir Dârülfünun-u İslâmiye tasavvuru ile, altmışbeş senedir, âhiretimizi
kurtarmak ve onun bir faidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı
mutlaktan ve dalaletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin
mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk:
. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek
Birinci Vesilesi:
iman ile hizmet ettiğine kat'î delil, emsalsiz bir mazlûmiyet ve âcizlik haletinde
te'lif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâm'ın ekserî yerlerinde ve Avrupa ve
Amerika'ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz
seneden beri dehşetli bir surette maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine
karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları
cerhedememesidir. İnşâallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin
anahtarını bulan zâtlar, bu mu'cize-i Kur'aniyenin cilvesini âlem-i İslâm'a
işittireceksiniz.
Risale-i Nur'dur ki; uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i
İkinci Vesilesi: Altmışbeş sene evvel Câmi-ül Ezher'e gitmek istiyordum. Âlem-i
İslâm'ın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim.
Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:
Ezher Afrika'da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika'dan ne kadar
büyük ise, daha büyük bir Dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya'da lâzımdır.
Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan,
Kürdistan'daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî
ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile
ıhvetün’(
felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti,
İslâmiyet hakaikıyla tam musalaha etsin. Ve Anadolu'daki ehl-i mekteb ve ehl-i
medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin
merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan'ın
ortasında Medreset-üz Zehra manasında, Câmi-ül Ezher üslûbunda bir Dârülfünun;
hem mekteb, hem medrese olarak bir üniversite için,
Nur'un hakaikına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım.
Câmi-ül‘innemal mü’minüne[12]) Kur'anın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Vediye vilayat-ı şarkıyenintam ellibeş senedir Risale-i
En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin)
binasını yapmak için yirmi bin altun lira verdiği gibi, sonra ben eski harb-i
umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit,
meb'usun imzası ile
üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek,
şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle
kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler.
dinde çok lâkayd ve garblılaşmak ve an'anattan tecerrüd etmek taraftarı
bulunan bir kısım meb'uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler
ki:
medeniyete muhtacız."
"Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyanın
Asya'da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların garbda
gelmelerinin delaletiyle; Asya'yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin
tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak
garblılaşmak namıyla an'ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız
dahi, dört-beş büyük milletlerin merkezinde olan vilayat-ı şarkıyede millet,
vatan selâmeti için dine, İslâmiyet'in hakaikına kat'iyyen taraftar olmak, size
lâzım ve elzemdir
Ben Van'da iken, hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki
çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?"
Müslüman bir Türk'ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade
ona alâkadarım. Çünki tam imana hizmet ediyorlar." Bir zaman geçti (Allah rahmet
etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten
sonra gördüm.
damarı ile başka bir mesleğe girmiş.
dinsiz de olsa bir Kürd'ü, sâlih bir Türk'e tercih ediyorum."
sohbette kurtardım. Tam kanaatı geldi ki: Türkler, bu millet-i İslâmiyenin
kahraman bir ordusudur.
Ey sual soran meb'uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürd var. Yüz milyona
yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arab var. Kırk milyon Kafkas var.
Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu
talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o
milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i
İslâmiyeyi tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara
almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir?
İşte bu cevabımdan sonra, an'ane aleyhinde ve her cihetle garblılaşmak fikrini
taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim, Allah kusurlarını
afvetsin, şimdi vefat etmişler.
Râbian: Madem
üniversitesini en ehemmiyetli bir mes'ele yapıp, hattâ hârika bir tarzda altmış milyon
liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet
ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i
İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnetdar
etmiş.
Ve şimdi orta-şarkta sulh-u umumînin temeltaşı ve birinci kal'ası olan bu üniversiteyi
yine mesail-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması; elbette bu vatan, bu
devlete, bu millete bu azîm faideli hizmeti netice verecek.
üniversitede esas olacak. Çünki hariçteki kuvvet tahribatı manevîdir,
imansızlıkladır. O manevî tahribata karşı atom bombası, ancak manevî
cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.
Madem ellibeş sene bu mes'eleye bütün hayatını sarfetmiş ve bütün dekaikı ile
ve neticeleri ile tedkik etmiş bir adamın bu mes'elede re'yini almak ve fikrini
sormak lâzım gelirken; Amerika'da, Avrupa'da bu mes'eleye dair istişareye
kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu mes'elede söz söylemeye
hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.
Sultan Reşad takdir edip yalnızAnkara'da mevcud 200 meb'ustan 163150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı oHattâ"Biz şimdi ulûm-u an'ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garblılaşmaya veBen de cevaben dedim:. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:: "Türkler İslâmiyetededim. Dedi: "BenBazı ırkçı muallimlerden aldığı aks-ül amel ile, o da KürdçülükBana dedi: "Ben şimdi gayet fâsık, hattâSonra ben onu birkaçSizden soruyorum!Reis-i Cumhur gayet mühim mesail-i siyasiye içinde şarkUlûm-u diniye o
Said Nursî
(Emirdağ Lâhikası-ll sh: 222)
* * *
[1]
Kürt unsurları idi. Onun için Bediüzzaman Kürt unsuru için “Mühim bir unsûr” diyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nda bilhassa son asırlarda, bir çok unsurların yanında üç büyük unsur vardı ki, bunlar sırasıyla Arap, Türk,
[2]
ve zeki bir insan. Şahsen kimseye kötülük etmeyen, ama vazifedarlığı itibarıyla bazı zulümlü hallere teması da olmuştur.
Şefik Paşa, 5 Aralık 1896 - 11 Ağustos 1908 arası zaptiye nazırlğı yapan bu zât, Haleplidir. Adliye’den yetişmedir.. Oldukça becerikli
[3]
Mü'minin ferasetinden sakının; çünkü o Allah'ın nuruyla bakar. (Tirmizi, Tefsiru Sure 15:6, Ebu Naîm, Hılyetü’l Evliya 4:94)
[4]
'O gün dostlar biribirine düşman kesilir. -Ancak takva sahipleri müstesna.-' Zuhruf Suresi. 43:67