NUR-U İSLAM
ES-SALAH  
  ANA SAYFA
  KUR'AN-I KERİM DİNLE
  PEYGAMBERLER TARİHİ
  E-RİSALE
  İSLAMİ SİTELERİ
  RİSALE-İ NURDAN DAMLALAR
  => ZENDEKAYA BAŞEĞMEMEK VE DEHALET ETMEMEK
  => ORDU VE ASKER
  => ANARŞİ-TERÖR VE BÖLÜCÜLÜK
  => 7 MEKTUP
  => Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere’
  => BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ'DEN TAVSİYELER
  MIZRAKLI İLMİHALİ
  SORULARLA İSLAMİYET
  FUTUHUL GAYB
  Abdulkadir   Geylani
  FIKHİ MESELELER
  EBUSSUUD FETVALARINDAN SEÇMELER
  HADİS KÜLİYATI
  VİDEOLAR
  KUR'AN-I KERİM
  www.saint-coran.net
  CEVŞEN'ÜL-KEBİR DİNLE
  3D MEKANLAR
  PRATİK BİLGİLER
  İLAHİ KLİPLERİ
  Foto Galeri
  İLETİŞİM
  Ziyaretçi defteri
  ŞİFALI BİTKİLER
  ŞEYTANIN HİLELERİ(VİDEO)
  KABİRDEN MEKTUP(VİDEO)
  AHİRETTEN MEKTUP(VİDEO)
  TAHİR BÜYÜKKÖRÜKÇÜ HOCA VAAZLARI
  FETVALARı
  YAHUDİLİĞİN KANLI YÜZÜ

----------

SALAHADDİN ŞİMŞEK salah06@windowslive.com ÖNERİ VE İSTEKLERİNİZ İÇİN

----------

&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&GAZETE MANŞETLERİ &&&&&&&&&&&&&&&& &&&&&&&&&
7 MEKTUP

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNDEN

7 MEKTUP

MEKTUP-1.

1

SULTAN ABDÜLHAMiD HAN’A TAVSiYELER (1908) 1

MEKTUP-2.

5

M. KEMAL PAŞA’YA VERİLEN BİR İKAZ DERSİ (1923) 5

MEKTUP-3.

7

BÜYÜK MİLLET MECLİSİNE VERİLEN BİR BEYANNAME (1923) 7

MEKTUP-4.

9

İSMET İNÖNÜ’YE GÖNDERİLEN MEKTUP (1947) 9

MEKTUP-5.

10

C. H. P. GENEL SEKRETERİ HİLMİ URAN’A VERİLEN MEKTUP (1947) 10

MEKTUP-6.

11

BAŞBAKAN ADNAN MENDERES’E GÖNDERİLEN MEKTUP (1952) 11

MEKTUP-7.

13

CELAL BAYAR VE ADNAN MENDERES’E GÖNDERİLEN MEKTUP (1955) 13

MEKTUP-1

SULTAN ABDÜLHAMiD HAN’A TAVSiYELER

(1908)

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri (1877-1960) ile Sultan Abdülhamid Han’ın

münasebetleri, ilk defa Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul’a geldiği tarih olan 1907

senesinin son aylarından itibaren başlamıştır.

Bediüzzaman Hazretleri

Medreset-üz Zehra ismini verdiği Büyük İslam Üniversitesinin şarkta tesisi için,

İslam Halifesi Padişah ile görüşmeye gelmiş

görüşme olmamıştır.

Bediüzzaman Hazretlerinin Mabeyn’e (özel kalem müdürlüğü) verdiği dilekçe ile bu

münasebetler başlamıştır. Dilekçe aynen şöyledir:

İstanbul’a Şarkın çok meseleleri içinde ve bilhassafakat o günün şartları içinde şifahi bir

«“Millet-i Osmaniye meyanında mühim bir unsur

ahalisinin ahvâli hükûmetçe ma’Iûm ise de, hizmet-i mukaddese-i ilmiyeye dair

bazı metâlibâtı arz etmeye müsaade dilerim. Şu cihan-ı medeniyette ve şu asr-ı

terakki ve müsabakatta sair ihvan gibi, yek-aheng-i terakki olmak için, hizmet-i

hükûmetle “Kürdistan”ın kasaba ve kurasında mekâtip te’sis ve inşa

buyurulmuş olduğu ayn-ı şükran ile meşhud ise de, bundan yalnız lisan-ı

Türkîye âşina etfâl istifade ediyor. Lisana aşina olmayan evlâd-ı ekrâd, yalnız

medâris-i ilmiyeyi ma’den-i kemalât bilmeleri ve mektep muallimlerinin lisan-ı

mahallîye adem-i vukûfiyetleri cihetiyle maariften mahrum kalmaktadır. Bu

ise; vahşeti, keşmekeşi, doIayısıyla Garb’ın şamatetini davet ediyor. Hem de

ahalînin vahşet ve taklid hal-i ibtidaisinde kalmaları cihetiyle, evham ve

şükûkün te’siratına hedef oluyor. Eskidenberi her bir vechiyle Ekradın

mâdununda bulunanlar, bugün onların hal-i tevakkufta kalmalarından istifade

ediliyor. Bu ise ehl-i hamiyyeti düşündürüyor... Ve bu üç nokta, Kürtler için

müstakbelde bir darbe-i müdhişe hazırlıyor gibi ehl-i basireti dağ-dar etmiştir.

Bunun çaresi: Nümûne-i imtisal ve sebeb-i teşvik ve terğib olmak için,

Kürdistan’ın nikat-ı muhtelifesinde; Biri: Ertûşî aşairi merkezi olan Beyt-üşŞabab

cihetinde...

Diğeri: Motkân, Belkân, Sason vasatında...

Biri de: Sipkân ve Hayderân vasatı olan nefs-i -”Van”da medrese nâm-ı

me’lufiyle, ulûm-u diniye ve fünûn-u lâzime ile beraber- hiç olmazsa, ellişer

talebe bulunmak ve oraca medar-ı maişetleri hükûmet-i seniyece tesvid edilmek

üzere, üç dâr’üt-ta’lim te’sis edilmelidir. Bazı medârisin dahi ihyası, maddî,

ma’nevî Kürdistan’ın hayat-ı istikbaliyesini te’min eden esbab-ı

mühimmesindendir. Bununla ma’arifin temeli te’essüs eder ve bu mebde-i

te’essüsden ittihad takarrur edecek, ihtilaf-ı dâhiliyeden dolayı mahvolan

kuvve-i cesimeyi hükûmetin eline vermekle, harice sarf ettirilmek için, hakkıyla

müstahakk-ı âdalet ve kabil-i medeniyet oldukları gibi, cevher-i fıtrîlerini

göstereceklerdir.» (Asar-ı Bediyye sh: 367)

[1] teşkil eden Kürdistan

Yukarıdaki yazıda Bediüzzaman Hazretleri: Çeşitli ırklardan meydana gelen Osmanlı

Devleti bünyesinde, mühim bir topluluk olan Kürtlerin en evvel eğitim ve öğretime

ihtiyaçları olduğu; fakat bu eğitim ve öğretimin mahalli lisan olan Kürdçe

yapılmasını ve din ilimleri ile fen ilimlerinin beraber okutulmasının şart olduğu

böyle olmazsa sair ırkların yanında Kürdlerin geri kalacağını ve bunun ise

istikbalde çok fena neticeler vereceği nazara veriliyor. -Hal-i alem bunu tasdik

etmiştir

olarak da Kürdistan’ın (şimdiki şark vilayetlerinin o zamanki ismi) muhtelif

noktalarında mezkür tarzda

fıtraten cesur olan Kürdler İslam’a ve Devlet’e çok hizmet edeceklerdir

önemli noktalar nazara verilmiştir. Fakat maalesef Bediüzzaman Hazretlerinin

maksat ve düşüncelerini anlayamayan o zamanın idareci kadrosu Padişaha da yanlış

bilgiler vererek, Bediüzaman Hazretlerinin akıl hastanesine sevk edilmesine sebep

olmuşlardır.

Hastanede Doktor ile aralarında uzun bir konuşma geçen Bediüzzaman Hazretleri

Doktora der ki:

,Çareokullar açılacak ve birlik beraberlik sağlanacak ve, diye

«Ben değil, memleket ve millet hastadır. Onların tedavisi için geldim. Şark

memleketi yaratıldığı durumda durmaktadır. Halkı cehâlet bataklığında

boğulmaktadır. Onları kurtarmak ümidiyle buraya geldim. Burada bu hususda

çalışırken cinnet ile ittiham edildim. Hakikaten deliler içine düşen deli olur ki;

İstanbul’a geldim, ben de deli oldum”

“Doktor Bediüzzaman’ı dinledikten sonra, hayret içinde kalır.. Ve onun nasıl

maarifperver, vatanperver, hayırhah, eşsiz bir zekâ sahibi olduğunu anlar. Raporunu

şöyle tanzim ederek Mabeyne gönderir

içerisinde zekâ ve fetanetçe böyle bir nadire-i cihan bulunmuş değildir.”

der.: “Şimdiye kadar İstanbul’a gelenlerin

“Doktorun bu raporu üzerine Mabeyn’e telaşa düşer. Hemen Bediüzzaman’ı

çarçabuk tımarhâneden tevkifhâneye aldırırlar. Bir an evvel onu İstanbul’dan

uzaklaştırmak gayesiyle 30 altın lira maaş, bir miktar da para teberru’ hususunda

irade-i saniyyeye iktiran ettirilerek Zabtiye Nazırı Şefik Paşa ile Bediüzzaman’a

gönderirler.» (Mufassal Tarihçe-i Hayat sh: 191)

O zamanın bazı işgüzar devlet adamları tarafından hapishaneye konulan konulan

Said Nursi Hazretleri ile Padişah adına geldiğini söyliyen Zabtiye Nazırı (şimdiki

Emniyet Genel Müdürü) Şefik Paşa ile aralarında geçen konuşmada alınacak dersler

vardır. Bu konuşmayı Üstad Hazretlerinin kendi kaleminden takip ediyoruz:

«Devr-i İstibdadta tımarhaneden sonra tevkifhânede iken Zabtiye Nâzırı Şefik

Paşa(

Zabtiye Nazırı: -Padişah sana selâm etmiş.. Bin kuruş da maaş bağlamış. Sonra

da yirmi otuz lira yapacak dedi.

Cevaben: Ben maaş dilencisi değilim. Bin lira da olsa kabul edemem. Kendim

için gelmedim. Milletim için geldim. Hem de bana vermek istediğiniz, rüşvet ve

hakk-ı sükûttur.

Nazır: -İradeyi reddediyorsun. İrade red olunmaz.

Cevaben dedim: Reddediyorum; Tâ ki Padişah darılsın, beni çağırsın. Ben de

doğrusunu söyliyeyim.

Nazır: -Neticesi vahimdir!.

Cevaben: Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İ’dam olunsam bir milletin

kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit, hayatımı rüşvet

getirmişim. Ne ederseniz ediniz!..

Bunu da ciddi söylüyorum; ben isterim ki ebna-i cinsimi bilfiil ikaz edeyim ki,

Devlete intisap, hizmet etmek içindir. Maaşı kapmak için değildir. Hem de

benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatladır. O da hüsn-ü te’sir

iledir. O da hasbîlikledir, bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menafi-i

şahsiye iledir. Binâenaleyh, ben maaşın kabulünde ma’zurum.

Nazır: -Senin Kürdistan’da neşr-i ma’arif olan maksadın Meclis-i Vükela’da

derdest-i tezekkürdür.

Cevaben: Acaba ma’arifi te’hir, maaşı ta’cil edersiniz, ne kaide iledir. Menfaat-i

şahsiyyemi menfaat-ı umumiye-i millete tercih ediyorsunuz.

Nazır hiddet etti!..

Ben dedim: Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Kürdistan

dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet faide vermez. Nafile yorulmayınız!.. Beni

nefiy edin, Fizan olsun, Yemen olsun râzıyım. Siz de, pineduzluktan ve

yamacılıktan kurtulursunuz. Ben de yüksekten düşmekle incinmekten

kurtulurum.

Nazır: -Ne demek istiyorsun?

Cevaben dedim: Sigara kâğıdı kadar ince ve nizam namiyle bir perdeyi bu

kadar feveran-ı efkâr ve hissiyata karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes

altında sizin tazyikatınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemî idim,

altına girmedim. Üstüne düştüm. Suret-i telebbüsüm gibi ahlâkım da sakil idi.

Bir kere Mabeyn de yırtıldı. Şişli’de bir Ermeni‘nin evine düştüm. Orada da

yırtıldı. Şekerci Hanı’na düştüm, orada da yırtıldı. Tımarhaneye düştüm. Şimdi

de tarassuthaneye düşmüşüm.

Hasılı : Siz de o kadar yamacılık yapamazsınız. Ben de incinirim. Hem de

Kürdistan’da iken sizi iyi bilirdim. Bu ahvâl sizin serairinizi bana iyi öğretti.

Bâhusus tımarhane bu metinleri bana iyi şerhetti.. Hem de bu hallere teşekkür

ederim. Zira su-i zan makâmında hûsn-ü zan ederdim.» (Âsâr-ı Bediiye sh: 331)

[2]) ile muhaveredir.

Sultan Abdülhamid Hazretlerini Hilafet makamında muhafaza etmek için,

Bediüzzaman Hazretlerinin matbuat lisaniyle bazı tavsiyeleri olmuştur. Ezcümle,

1909 senesinde verildiği mahkemede ve daha sonra neşredilen bir yazısında aynen

şöyle diyor:

«Daire-i İslâmın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak

fikriyle ve sabık Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri sabık içtimaî

kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihate istidat kesbetmiş zannıyla

ve “Aslâh tarik musalâhadır” mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infiâlâta

mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette

düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride lisanıyla söyledim ki:

Münhasif Yıldızı darülfünun et, tâ Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar,

zebânîler yerine ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir, tâ cennet gibi olsun.

Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan

cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve

milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet

mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk

etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü ömer-i sâni yolunda sarf eyle.

Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve

içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı

veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.»

(Divan-ı Harbi Örfi sh: 30)

Yine aynı mevzuda sultan Abdülhamid Han zamanında, Bediüzzaman Hazretlerinin

gördüğü hilafete dair gayet hakikatlı bir rüya:

«“Hilâfete dair bir rû’yadır. Âlem-i menamda Padişah’ı gördüm(48) dedim: Sen

zekât-ül ömrü, Ömer-i sani(49) mesleğinde sarfet! Tâ ki, Meşrûtiyet riyasetine

lâzım ve bi’atın mânâsı olan teveccüh-ü umumiyeyi kazanasın!

Padişah dedi: “Ben onun yolunda gideyim. Siz de ol zaman ehlini taklid

edebiliyor musunuz?.. Bir de sizde, onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve

ahlâk’...”

Ben dedim: -Bizdeki tenbih-i efkâr-ı umumî ve tekmil-i mebadî ve vesait ve

ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal, hem

de netice-i matlub olan terakkiyi intac edebiliyoruz. Dü-vel-i ecnebiyenin

adaleti(50) bunu ispat eder.

O dedi: -Nasıl yapacağım?

Dedim: -İstibdat, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsnü

niyyeti göster. Pür- şefkat ile Meşrutiyet’i kansız kabul ettiğin gibi, menfur

olmuş Yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski Zebanîler yerine, melaike-i

rahmet gibi muhakkikin-i ulemayı doldurmak ve Yıldız’ı Dârul-Fünun gibi

etmek; Ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve meşihat-ı İslâmiye’yi ve hilâfeti

mevki-i hakikisine is’ad etmek.. Ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve

baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavî etmekle; Yıldız’ı süreyya

kadar i’la et!

Ta, hanedan-ı Osmanî ol burc-u Hilâfette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de

havaic-i zaruriyeye iktisat et, ta alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare

millet de iktida etsin. Madem ki imamsın!..

Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem-i yakaza rü’yadır. Asıl uyanmak

(uyanıklık) ve hakikat o rü’ya imiş...”(Asar-ı Bediiye sh: 375)

SULTAN ABDÜLHAMİD HAN İDARESİNİ TENKİD MESELESİNİN

HAKİKATİ:

Sultan Abdülhamid Han idaresini tenkid eden bazı edip ve siyasi şahsiyetlerin, bir

hiss-i kablel-vuku iltibasıyla yanlış hedefe taarruzları olmuştur. Bu iltibasın esas

sebebi, aşağıdaki rivayetin te’vili ile anlaşılır. Şöyle ki:

«Rivayetlerde her iki Deccal'ın hârikulâde icraatlarından ve pek fevkalâde

iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş. Hattâ bedbaht bir kısım

insanlar, onlara bir nevi uluhiyet isnad eder diye haber verilmiş. Bunun sebebi

nedir?

Elcevab:

tahribat ve hevesata sevkiyat olduğundan, kolayca hârikulâde öyle işler yaparlar ki;

bir rivayette "Bir günleri bir senedir" yani, bir senede yaptıkları işleri, üçyüz senede

yapılmaz, denilmiş. Ve iktidarları pek fevkalâde görünmesi ise, dört cihet ve sebebi

var:

Birincisi:

orduların ve faal milletin kuvvetiyle vukua gelen terakkiyat ve iyilikler haksız

olarak onlara isnad edilmesiyle

tevehhüm edilmeğe sebeb olur. Halbuki hakikaten ve kaideten, bir cemaatin

hareketiyle vücuda gelen müsbet mehasin ve şeref ve ganîmet o cemaate taksim

edilir ve efradına verilir. Ve seyyiat ve tahribat ve zayiat ise, reisinin tedbirsizliğine

ve kusurlarına verilir. Meselâ: Bir tabur bir kal'ayı fethetse, ganîmet ve şeref

süngülerine aittir. Ve menfî tedbirler ile zayiatlar olsa, kumandanlarına aittir.

İşte hak ve hakikatın bu düstur-u esasiyesine bütün bütün muhalif olarak

terakkiyat ve hasenat o müdhiş başlara ve menfî icraat ve seyyiat bîçare

milletlerine verilmesiyle; nefret-i âmmeye lâyık olan o şahıslar, -istidrac

cihetiyle- ehl-i gaflet tarafından bir muhabbet-i umumiyeye mazhar olurlar.

İkinci cihet ve sebeb:

ve a'zamî bir şiddet ve dehşet

Evet, öyle acib bir istibdad ki; -kanunlar perdesinde- herkesin vicdanına ve

mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler.

ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kabl-el vuku ile bu dehşetli istibdadı

hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata

bir cebhede hücum göstermişler.... Hem öyle bir zulüm ve cebir ki, bir adamın

yüzünden yüz köyü harab ve yüzer masumları tecziye ve tehcir ile perişan

eder.» (Şualar sh: 593)

(vel ilmi ındellah) İcraatları büyük ve hârikulâde olması ise: Ekserİstidrac eseri olarak, müstebidane olan koca hükûmetlerinde, cesurbinler adam kadar bir iktidar onların şahıslarındamüsbetHer iki Deccal, a'zamî bir istibdad ve a'zamî bir zulümile hareket ettiklerinden, a'zamî bir iktidar görünür.Zannederim, asr-ı âhirde İslâm

Yukarıdaki ifadelerde Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Sultan Abdülhamid’e

yapılan itirazların mahiyetini açıklamaktadır.

Namık Kemallerin, Ziya Paşaların

hiss-i kabl-el vuku ile çok sonra çıkacak dehşetli hakiki istibdad ve zulmü

hissettiklerini fakat yanlış yere ok attıklarını söylemektedir.

Bediüzzaman Hazretleri Sure-i İbrahim’in başındaki ayetin (elazîzil hamîd)

kelimelerinin, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devrelerine ima ettiğini

müsbet manada ifade etmektedir. (Bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybi sh: 104)

Yine Üstad Hazretleri Sekizinci Şuanın sonlarında

devam edeceğini bildiren bir hadîs-i şerifin mana-yı işarilerini yazarken ... cifri

ve ebcedi hesabiyle Hicri 1328 (Miladi 1909) Rumi 1326 (Miladi 1909) ederek bu

tarihte mana-yı hilafetin sona ereceğine işaret etmiştir

Gaybi sh: 182) Bu tarih Sultan Abdülhamid’in Halifelikten indiriliş tarihi olup

Sultan’ın hakiki manada İslâm’ın son halifesi olduğu ifade edilmiştir.

, İslam Hilafetinin ne kadar. (Bk. Sikke-i Tasdik-i

MEKTUP-2

M. KEMAL PAŞA’YA VERİLEN BİR İKAZ DERSİ

(1923)

1922 Senesinde M. Kemal Paşanın ve bazı milletvekillerinin ısrar ve tekrarlı

davetleri üzerine Bediüzzaman Hazretleri Ankara’ya geldi.

Ankara’da M. Kemal Paşanın riyaset odasında, şifahen yaptıkları görüşmede Bediüzzaman

Hazretleri, hubb-u cah, makam ve mevki sevgisi ve şöhretperestlik damarları ile hareket ederek

ecnebilere kendini beğendirmenin ve İslâmiyete zıt inkilap yapmanın bu milleti ve alem-i İslâmı

küstürmeye sebep olacağını ihtar eder.

İnkilaplar ve terakki için yapılacak kanunların Kur’ana ve İslâmiyete

uygun olması gerektiğini, yoksa milletin ekseriyetinden muhabbet değil

nefret kazanılacağını, bir İslâm âlimi olarak M. Kemal Paşa’ya ders verir,

ikaz ve ihtar eder.

Bediüzzaman Hazretleri, o zaman verdiği şifahî dersi, yıllar sonra Mektubat

adlı eserin 29. Mektup 6. Kısım’da neşretmiştir. Bu bahis Mektubat kitabında

yayınlanmasıyla daha sonraki zamanlara da bir ders niteliğinde bilhassa

idareye talip olanlara bir düstur olmuştur. Ayrıca bu ders Tarihçe-i Hayatı

kitabının 144. sahifesinde de neşredilmiştir.

Şimdi

daha sunuyoruz. Şöyle ki:

Tarihçe-i Hayatı kitabından bu ikaz ve ihtarı içine alan bölümü bir kez

«Bediüzzaman, küçük yaşında iken tasavvur ettiği ve hayatını o yolda feda etmeye

azmettiği ve hayatının bir gayesi ve neticesi olarak kabul ettiği

büyük bir intibah ve inkişaf"

ilânından evvel, İstanbul'a gelmeden, Şarkî Anadoluda, yüzlerce ehl-i ilim ve erbab-ı

fazilet kimselerle mübaheseleri; ve İstanbul'da birdenbire meydana çıkarak, ulemayı

hayrete sevketmesi; ve ehl-i siyaseti telâşa düşürmesi; ruhunda

inkılâbın müessisi

ruhunda bu vazifenin mes'uliyetini, hem şevk ve sürurunu hissetmişti.

Hürriyetin ilânını müteakip; gazetelerde meşrutiyeti şeriata hâdim yapmakla,

Anadolu ve Âlem-i İslâm kıt'asında büyük bir saadetin zuhuruna vesile olunacak

ümidiyle neşrettiği makaleler ve muhtelif içtimalardaki nutukları, hep bu mezkûr

niyet ve tasavvurunun neticesi idi. "El-Hutbet-üş-Şamiye", "Sünuhat" ve "Lemeat"

gibi bazı eserlerinde de görüldüğü gibi,

içerisinde en gür ve en muhteşem sadâ, Kur'anın sadâsı olacaktır!"

beyanatı vardı.

"Âlem-i İslâmdaemeliyle Ankaraya gelmişti. Daha meşrutiyetinbüyük bir İslâmîhalinin mevcud olduğunu gösteriyordu. Ve kendisi; daha eskiden"Şu istikbal zulümatı ve inkılâblarıdiye

Abbasileri müteakiben, Âlem-i İslâm içinde İslâmî idareyi ele alan Türklerin

bin senelik muazzam idaresinden ve hilâfet sürmelerinden sonra, bütün dünyayı

dehşete veren bir harb-i umumî meydana gelmiş, Osmanlı Devleti inkıraz

bulmuş, İslâmın ebedî düşmanları, merkez-i hükûmeti istilâ ederek,

müslümanlığın mahvolduğu kanaatına varmışlardı!.

İşte, Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsaniyle, böyle en elzem bir vakitte,

dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısiyle, ve kendisi de beraber

çalışmak ümidiyle Ankaraya gelmişti.

düşman taarruzlarını defeden ve milletin idaresinin başına geçen yeni

Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur'ana istinad eden ve Âlem-i

İslâmın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyetin hakikatında mevcud

kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve

gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere meclisde çalışıyordu.

maniler karşısına çıktı.

Âlem-i İslâmı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden

istiaze ettiği (Allaha sığındığı) bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler

olduğunu anlamış bulunuyordu. Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat

kadar konuştular

emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrip etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm

hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılâb yapmak icab ediyorsa,

doğrudan doğruya İslâmiyete müteveccihen Kur'anın kudsî kanun-u esasîsi

noktasından yapmak lâzım geldiği

verir. (Mektubat Sahife: 413)

Avn-i İlâhî ve mu'cize-i Peygamberî ileFakat, pek kuvvetli. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmakmealinde ihtarlarda bulunur ve şu temsili ders

"Meselâ: Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem

zatlarla dolu olduğu bir zamanda,

serseri ahlâksızlar bulunup, camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında, ecnebilerin

eğlenceperest seyircileri bulunsa;

olsa eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur'andan bir aşir okusa;

binler ehl-i hakikatın nazarları ona döner. Hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile, o

adama bir sevab kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve

tek-tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek.

Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit;

edebsizcesine fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa

çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına

gidecek; ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin,

istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat, umum o muazzam ve mübarek

cemaatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safiline

sukut derecesinde, nazarlarında alçak görünecektir.

İşte aynen bu misâl gibi,

içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz

çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; firenk-meşreb,

milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyirciler ise, ecnebilerin naşir-i efkârı olan

gazetecileridir.

tek-tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar vebir adam o camiye girip ve o cemaat içine dahilo vakitsüflî,; o vakit haylazÂlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve

Her bir müslüman -hususan ehl-i fazl ve kemal ise- bu camide, derecesine göre bir

mevkii olur, görünür; nazar-ı dikkat ona çevrilir.

olan ihlâs ve Rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur'an-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve

hakaik-ı kudsiyeye dair harekât ve a'mâl ondan sudur etse

Âyat-ı Kur'aniyeyi okusa

zebanı olan

hissedar olur; ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur.

Yalnız, hayvanat-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar

hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez. Eğer o adam,

şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve

ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Salihînin cadde-i nuranîlerini

terkedip; heveskârane, hevaperestane, riyakârane, şöhretperverane,

bid'akârane işlerde ve harekâtda bulunsa

imanın nazarında en alçak mevkie düşer.

yenzuru binurillahi)

derketmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları soğuk görür; manen nefret eder.

İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe mübtelâ adam, ikinci adam hadsiz

bir cemaatin nazarında esfel-i safiline düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı

bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır;

yevmeizin ba’duhüm liba’dın adüvvün illel müttekîn)

zarar, berzahda azab, Âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.

Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası, lisan-ı hali, manen; o vakit -manen- Âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i(Allahümmeğfir lil mü’minine vel mü’minat) duasında dahil olupmedar-ı; manen, bütün ehl-i hakikat ve ehl-i(İtteku firasetel mü’mini feinnehü([3]) sırrına göre ehl-i iman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı(el ehıllaü([4]) sırrına göre; dünyada

Birinci suretteki adam; faraza, hubb-u cahı kalbinden çıkarmazsa, fakat

ihlâs ve rıza-yı İlâhiyi esas tutmak ve hubb-u cahı hedef ittihaz etmemek

şartiyle bir nevi meşru makam-ı manevî, hem muhteşem bir makam kazanır ki;

o hubb-u cah damarını tamamiyle tatmin eder. Bu adam, az hem pek az ve

ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil çok, hem pek çok kıymetdar,

zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır. Ona bedel, çok

mübarek mahlûkları arkadaş bulur; onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabanî

eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine

celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi öyle dostlar bulur ki; daima dualariyle

âb-ı kevser gibi feyizler, Âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir ve

defter-i a'mâline geçirilir."

M. Kemal Paşa

Bediüzzaman'ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve

Bediüzzaman'a; meb'usluk, hem Darülhikmetteki eski vazifesini, hem Şarkda Şeyh

Sünûsi'nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.

itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile,

Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim

bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul'da te'vilini söylediği Hadîslerin ihbar

ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur

ettiğini görür.

Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbül-

Kur'an hakkında,

edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'anın Nurlariyle mukabele

edilebilir"

tevdi edilmek istenen meb'usluk, Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı,

hem Vilâyât-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden

vazgeçirmek için çalışan ve Ankaradan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen

bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara'dan ayrılır, Van'a

gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu

başında bir mağaracıkda idâme-i hayat etmeye başlar...» (Tarihçe-I Hayatı sh: 144)

"O zamana yetiştiğiniz zaman, Siyaset cânibiyle onlara galebetavsiyesine müraatla, Ankarada teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine

MEKTUP-3

BÜYÜK MİLLET MECLİSİNE VERİLEN BİR

BEYANNAME (1923)

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Ankara'da bulundukları kısa süre zarfında

(Kasım 1922-Mayıs 1923) bir çok faaliyetlerde bulunmuştur. Bunlardan birisi de,

altta tamamını yayınladığımız beyannamedir. Ankara'ya ısrarla çağrılan ve çok büyük

alaka ile karşılanan Bediüzzaman Hazretleri bu arada birçok defalar M. Kemal Paşa

ile görüşmüş ve çeşitli vesilelerle münasebetleri olmuştur.

Aslında Mecliste yazılmış olmasına rağmen M. Kemal Paşanın öfkesine sebep olan

beyannameden sonra aralarında şiddetli münakaşalar olmuş ve Bediüzzaman

Hazretlerinin o meşhur sözü olan

imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü

merduttur"

haklıdır”

Meclis’te okunan ve daha sonra neşledilen bu beyanname her zaman geçerli, hatta o

zamandan sonrasına bakan yönüyle daha da ehemmiyet kazanmıştır.

ehemmiyetli hakikatler, sahiplenecek gerçek vatanperverleri beklemektedir.

Günümüzdeki veya bundan sonra idareye talip olanlar dikkate alırlar...

İnşaallah...

"Paşa, Paşa! Kâinatta en yüksek hakikatsözü üzerine M. Kemal Paşa özür dilemiş ve etrafına “Hocamdiye beyanda bulunmuştur.Bu

«1338 (M.1923) TARİHİNDE, MECLİS-İ MEB'USANA HİTABEN

YAZDIĞIM BİR HUTBENİN SURETİDİR.

Bismillahirrahmanirrahim’

İnnessalate kànet alel mü’minîne kitaben mevkuten’ ([5])

Ey Mücahidîn-i İslâm! Ey Ehl-i hall ü akd! Bu fakirin bir mes'elede on sözünü,

birkaç nasihatını dinlemenizi rica ediyorum.

Evvelâ: Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlahiye bir şükran ister ki

devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet şükrü görmezse gider. Mademki

Kur'an'ı, Allah'ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur'anın en

sarih ve en kat'î emri olan Salât gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Tâ onun

feyzi böyle hârika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.

Sâniyen: Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız.

Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira,

Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.

Sâlisen: Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara

kumandanlık ettiniz. Kur'an'ın evamir-i kat'iyyesine imtisal etmekle, öteki

âlemde de o nuranî güruha refik olmağa çalışmak

şe'nidir. Yoksa, burada kumandan iken orada bir neferden istimdad-ı nur etmeğe

muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir meta değil ki,

sizin gibi insanları işba etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzât olsun.

, sizin gibi himmetlilerin

Râbian: Bu millet-i İslâmın cemaatleri -çendan bir cemaat namazsız kalsa,

fâsık da olsa yine- başlarındakini mütedeyyin görmek ister

Kürdistan'da umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: "Acaba namaz

kılıyor mu?" derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar

muktedir olsa nazarlarında müttehemdir. Bir zaman, Beyt-üş Şebab aşairinde isyan

vardı. Ben gittim, sordum: "Sebeb nedir?" Dediler ki: "Kaymakamımız namaz

kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?" Bu sözü söyleyenler

de namazsız, hem de eşkıya idiler.

. Hattâ umum

Hâmisen: Enbiya'nın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garbda gelmesi

kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve

felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz.

Yoksa, sa'yiniz ya hebaen gider veya muvakkat, sathî kalır...

Sâdisen: Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan Frenkler dindeki

lâkaydlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki,

hasmınız kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden

insanlardır.

etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki,

fedakârlıklarıyla, hattâ İslâm'ın şu intibahına da bir sebeb oldukları halde, bir derece

dinde lâübalilik tavrını gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyif

gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler.

Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a'male tebdilİttihadcılar o kadar hârika azm ü sebat ve

Sâbian: Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle,

fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan

beri galebe ettiği halde, -âlem-i İslâma- dinen galebe edemedi

fırak-ı dâlle-i İslâmiye de, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm

kaldığı; ve İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği

bir zamanda, lâübaliyane,

cereyan-ı bid'atkârane, sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde

mühim ve inkılabvari bir iş görmek, İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir,

başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de çabuk ölüp, sönmüş...

Sâminen: Za'f-ı dine sebeb olan Avrupa Medeniyet-i Sefihanesi yırtılmağa

yüz tuttuğu bir zamanda ve Medeniyet-i Kur'anın zuhura yakın geldiği bir

anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez

ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm zâten muhtaç değildir.

. Ve dâhilî bütünAvrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir. Menfîce, tahribkârane iş

Tâsian: Sizin bu "İstiklal Harbi"ndeki muzafferiyetinizi ve âlî hizmetinizi

takdir eden ve sizi can u dilden seven, cumhur-u mü'minîndir. Ve bilhassa

tabaka-i avamdır ki sağlam müslümanlardır.

minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler. Ve, intibaha gelmiş en cesîm ve müdhiş

bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur'aniyeyi imtisal ile onlara ittisal

ve istinad etmeniz maslahat-ı İslâm namına zarurîdir.

eden bedbaht, milliyetsiz Avrupa meftunu Frenk mukallidleri, avam-ı

müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâma münafî olduğundan, âlem-i İslâm

nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecek...

Âşiren: Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa;

hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi,

yirmidört saatten bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede,

yüzde doksandokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tenbellik haysiyetiyle,

bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki feraizin terkinde, doksandokuz

ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalalete istinad, tek bir ihtimal-i necat

olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane

bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder?

Bahusus bu güruh-u mücahidîn ve bu yüksek meclisin ef'ali taklid edilir.

Kusurlarını millet ya taklid veya tenkid edecek; ikisi de zarardır. Demek

onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı

tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve

vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakikî ve ciddî iş

görülmez.

Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek

maneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer

şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı Hilafeti dahi vekaleten

deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç fakat an'ane-i müstemirre ile günde

lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile

ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin

etmezse, bilmecburiye mana-yı Hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza

verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek.

Sizi ciddî sever ve sizi tutar ve sizeYoksa, İslâmiyetten tecerrüd. Şu Meclis-i âlînin şahsiyet-i

Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarîkıyla olmayan böyle bir

kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise,

bihablillahi cemîan’(

Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve

tenfiz-i ahkâm-ı şer'iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona

istinad ile vezaifi deruhde edebilir

müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin,

iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ı mahduddur.

‘va’tesımü[6]) âyetine zıddır.. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer

Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki

ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeairini tahrib

ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa

şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za'f-ı milliyeti

gösterir. Za'f ise düşmanı tevkif etmez, teşci' eder...

Hasbünallahü ve ni’mel vekîl’([7])

Ni’mel mevla ve ni’men nasîr’([8])

* * *

MEKTUP-4

İSMET İNÖNÜ’YE GÖNDERİLEN MEKTUP

(1947)

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye

1946-1947 yıllarında yazıp gönderdiği mektuptur ki; kendisine yapılan gayr-ı

kanunî bütün muamelelerin can damarını ortaya koyan bir mektuptur. Şöyle

ki:

« Reisicumhur'a gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmağa.

Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal'in

dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim

ki:

Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında

otuz sene evvel bir hadîs-i şerifin ihbarıyla, Kur'ana zararlı öyle bir adam

çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.

Ben de beşyüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya

meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf-ı hakikat

olarak M. Kemal'e vermediğim için, garazkâr dostları beni yirmi senedir

bahanelerle tazib ediyorlar.

Evet -mahkemede isbat ettiğim gibi-

ganîmetler orduya, cemaata verilir, tevzi' edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa,

reise verilir"

asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal'e

verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle

ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham

edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum.

Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat

etmeye hazırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı

ve zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar

muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı

sevmek yolunda, milyonlar efrada manen ihanet, belki adavet ediyorlar.

"Şerefler, müsbet hayırlar, maddî-manevîdiye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve

Evet çok emarelerle bildik ki;

Kemal'e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebebler bahanedir

için mecbur oldum ki, o muarızlarıma derim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı

şarkıyeye vaiz-i umumî yapmak için Ankara'ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç

madde, beni onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzivada azab çektim,

dünyalarına karışmadım.

bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa. Bunun

Birinci Madde: Bir hadîs-i şerifin, âhirzamanda an'anat-ı İslâmiyenin

zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef'aliyle göstermesidir.

Ben otuzaltı sene evvel o hadîsi tefsir etmiştim. Aynen bu adama manası çıkmış.

Mahkemedeki müdafaatımın "Üçüncü Esas"ında izahı var.

İkinci Madde:

vücuduyla olabilmesi; ve o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, bir tek şartın

bozulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattır. Umumun dillerinde "Tahrib, tamirden çok

kolaydır" diye darb-ı mesel olmuştur. Bu kat'î kaideye binaen,

ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar o kumandanın hatasından ve ehemmiyetli

şerefler ve zaferler ise ordunun kahramanlığından geldiğinden; o fenalıkları

ona, o iyilikleri orduya vermek lâzım gelirken, bütün bütün aksine olarak

cemaatın hayrını baştaki bir ferde ve o ferdin şerrini cemaata vermek dehşetli

bir haksızlık olmasıdır.

Üçüncü Madde:

kusurunu cemaata isnad etmek ise, binler hayırları birtek hayra indirmek ve birtek

kusuru binler kusur yapmaktır. Çünki

herbir neferi bir gazilik rütbesini alır ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire

iner, bir tek gazi olur.

verilmeyip tabura verilse, o bir tek katil bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi

mesul eder ve cezaya çarpar.

Aynen öyle de:

adama verilmezse, beşyüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini

dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur'an bayrakdarlığını kılınçlarıyla ve

kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve

erkânları adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır

ve bu asrın Ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahcub ve mes'ul

eder.

Bir şeyin vücudu ve tamiri ve hayatı, ona ait bütün erkân ve şeraitinmeydanda görünenCemaatın hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o başınnasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse,O binbaşının hatasıyla zalimane bir katil yapılsa ve onaMeydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar onları işleyen ölmüş

Ve mevcud şerefler, zaferler tek adama verilse binler derece küçülür, erkân ve efrad

adedince gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer söner, daha kusurlara karşı

keffaret-üz zünub olmaz. İşte bu sebebler içindir ki;

onun yerinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet

ettiğim o Ordunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefini

muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım.

ben onun dostluğunu bırakıp,

Emirdağı'nda Said Nursî»

(Emirdağ Lâhikası-l sh:284)

* * *

MEKTUP-5

C. H. P. GENEL SEKRETERİ HİLMİ URAN’A

VERİLEN MEKTUP (1947)

Devrin mühim şahsiyetlerinden

verildiği tarihte Parti Genel Sekreteri olan Hilmi Uran

zaman geçerli düsturlar ihtiva eden ve tarihi hakikatleri ortaya koyan ve çözüm

yolları gösteren Bediüzzaman Hazretleri der ki:

, İçişleri Eski Bakanı ve mektubun kendisine'a yazılmakla birlikte her

«

Eski Dahiliye Vekili, Şimdi Parti Kâtib-i Umumisi Hilmi Bey

Evvelâ:

Fakat. yirmi senelik kaidemi bozmadım. Hem eski Dahiliye Vekili, hem şimdi Kâtibi

Umumî sıfatlariyle seninle konuşacağım.

Yirmi sene hükûmetle konuşmayan; tek bir def'a hükûmet hesabına hükûmetin

büyük bir rüknü ile konuşan adam, on saat kadar söylese azdır. Onun için siz,

benimle konuşmayı bir iki saat müsaade ediniz.

Yirmi sene zarfında bir tek istida, Dahiliye Vekili iken sana yazdım.

Sâniyen:

etmeğe kendimi mecbur biliyorum. Hakikat da şudur:

Şimdi, partinin kâtib-i umumisi itibariyle size bir hakikatı beyan

Senin kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkasının, millet karşısında gayet

ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:

Bin senedenberi Âlem-i İslâmiyet'i kahramanlığı ile memnun eden ve

vahdet-i İslâmiye'yi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve

dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve

Türkleşmiş olanların din kardeşleri.

Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur'ana ve hakaik-ı îmana sahib

çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-ı Kur'aniye ve îmaniyeyi tervice

çalışmazsanız; size kat'iyyen haber veriyorum ve kat'î hüccetlerle isbat ederim

ki: Âlem-i İslâm'ın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve

kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i

İslâm'ı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlûb olup, âlem-i

İslâm'ın kal'ası ve şanlı ordusu olan bu Türk Milletinin parça parça olmasına

ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet

vereceksiniz.

Evet,

dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı sefahet-i mutlakı ve ehl-i

namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek, dehşetli bir kuvvetle gelen

bir cereyanı durduracak; ancak, İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve

bütün mazideki şerefini İslâmiyet'te bulmuş olan

bütünlüğüdür.

Evet, bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverleri herşeyden evvel; bu

mümteziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-ı

Kur'aniyeyi, terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-u hareket

yapmakla o cereyanı durdurur, inşâallah…

İkinci Cereyan:

kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri

muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılâb namındaki yaptıkları icraatı esas tutarak,

mevcud haseneleri ve inkılâb iyiliklerini onlara verip; ve mevcud dehşetli kusurlar

millete verilse; o vakit üç dört adamın üç-dört seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup,

hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur'an kuvvetiylebu milletteki din kuvveti ve imanEğer siz hamiyetperver, milliyetperver adamlar gibi, şimdiye

bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk Milletinin geçmiş

asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve

milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir mânevî azab ve şerefsizlik

olmakla beraber

ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri, o üç-dört adama verilse, o üçdört

milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli

kusurlara keffaret olamaz.

; o üç-dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve

Salisen: Size karşı, elbette çok cihetlerde dahilî ve haricî muarızlar var. Eğer

bu muarızlarınız hakaik-ı îmaniye namına çıksa idi, birden sizi mağlûb ederdi

Çünki; bu milletin yüzde doksanı, bin senedenberi an'ane-i İslâmiye ile ruh ve kalb

ile bağlanmış. Zâhiren muhalif-i fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfürû etse de,

kalben bağlanmaz.

.

Hem bir müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa Anarşist

olur, hiçbir kayıd altında kalamaz. İstibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan

başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez

misalleri var. Kısa kesip, sizin zekâvetinize havale ediyorum.

Bu asrın, Kur'ana şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlândiya'dan

geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak

vazifenizdir.

verip, şimdiye kadar umumî harb ve sair inkılâbların icbariyle yapılan

tahribatları –hususan an'ane-i dîniye hakkında– tâmire çalışsanız

istikbalde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza keffaret olup, hem

vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek, milliyetperver, hamiyetperver

namına müstahak olursunuz.

. Bu hakikatın çok hüccetleri, çokSiz, şimdiye kadar gelen inkılâb kusurlarını üç-dört adamlara; hem size

Rabian: Mâdem, ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve mâdem

siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz ve mâdem o kat'î ölüm, ehl-i dalâlet için

îdam-ı ebedîdir. Yüzbin cemiyetçilik ve dünyaperestlik ve siyasetçilik onu tebdil

edemez.

Ve mâdem

güneş gibi isbat eden

feylesof, hiçbir dinsiz ona karşı çıkamıyor, bilâkis, dikkat eden feylesofları îmana

getiriyor. Ve bu oniki sene zarfında dört büyük mahkemeniz ve feylesof ve ulemadan

mürekkeb ehl-i vukufunuz, Risale-i Nur'u tahsin ve tasdik ve takdir edip, îman

hakkındaki hüccetlerine itiraz edememişler. Ve bu millet ve vatana hiçbir zararı

olmamakla beraber,

gibi bir sedd-i Kur'anî olduğuna

gençlerden yüzbin şahid gösterebilirim.

Elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak ehemmiyetli bir vazifenizdir.

Kur'an, o îdam-ı ebedîyi, ehl-i îman için terhis tezkeresine çevirdiğiniRisale-i Nur elinize geçmiş ve yirmi senedenberi hiçbirhücum eden dehşetli cereyanlara karşı, sedd-i Zülkarneyn, Türk Milletinden, hususan mekteb görmüş

Siz, dünyevî çok diplomatları her zaman dinliyorsunuz; bir parça da, âhiret

hesabına konuşan benim gibi kabir kapısında, vatandaşların hâline ağlayan bir

bîçâreyi dinlemek lâzımdır.

Bu istida, yirmi senedenberi hiç müracaat etmediğim halde, bir hiddet

zamanında, bir def'a olarak, beni tâzib eden

yazılmış; bera-yı malûmat

lüzumsuz dört-beş def'a bana sıkıntı verdiler; " Senin yazın böyle değil, kim sana

böyle yazmış!" diye, resmen beni karakola çağırdılar. Ben de dedim:

müracaat edilmez.. yirmi sene sükûtum haklı imiş.»

Dahiliye Vekili Hilmi'ye hitabenAfyon Emniyet Müdürüne gönderilmiş. Mânasız,"Böylelere(Emirdağ Lahikası-l sh: 217)

MEKTUP-6

BAŞBAKAN ADNAN MENDERES’E

GÖNDERİLEN MEKTUP (1952)

Bediüzzaman Hazretleri her devrede ikaz mektuplarını yazmıştır.

devre”

ve irşad edici

kaç maddeyi şöyle sıralamıştır. Şöyle ki:

Çok partilidenen 1950’li yıllarda siyasi iç mücadelelere karşı dikkati çekmiş ve ikazmektuplar yazmıştır. Bu mektuplardan mühim birisinde çok önemli bir

«[Risale-i Nur'un vatana, millete ve İslâmiyet'e büyük hizmetini kabul ve takdir

eden

Başvekil Adnan Menderes'e Üstad'ın yazdığı bir mektub]

Bismihi Sübhanehü’

Ben çok hasta olduğum ve

gibi bir İslâm kahramanı

görüşmeye müsaade etmediği için; o surî konuşmak yerine bu mektub benim

bedelime konuşsun diye yazdım.

siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderesile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim

Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyet'in bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi

dindarlara beyan ediyorum:

Birincisi:

vizra uhrâ’(

akraba ve dostları mes'ul olamaz. Halbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik

tarafdarlığı ile, bir câninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza

gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden, tarafdarları veyahut akrabaları

dahi şeni' gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete

çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve

garaza ve mukabele-i bil'misile mecbur ediliyor

İslâmiyet'in pek çok kanun-u esasîsinden birisi: Vela teziru vaziretün[9]) âyet-i kerimesinin hakikatıdır ki; birisinin cinayetiyle başkaları,.

Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki

düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır

Mısır'daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat

onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah

etmesin, bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur.

. İran ve

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet

milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, masumları himaye için, cânilerin

cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu kanun-u esasîden geliyor:

Meselâ: Bir hanede veya bir gemide bir masum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle

ve emniyet ve asayiş düstur-u esasîsi ile o masumu kurtarıp tehlikeye atmamak için,

gemiye ve haneye ilişmemek lâzım; ta ki masum çıkıncaya kadar.

İşte bu kanun-u esasî-i Kur'anî hükmünce, asayiş ve emniyet-i dâhiliyeye

ilişmek, on câni yüzünden doksan masumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlahînin

celbine vesile olur.

dindarların başa geçmesine yol açmış. Kur'an-ı Hakîm'in bu kanun-u esasîsini

kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak

lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.

Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî

İslâmiyet'in ikinci bir kanun-u esasîsi şu hadîs-i şeriftir:

hadimühüm’(

benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin

noksaniyetiyle ve ubudiyetin za'fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş.

Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir mertebe

tarzına getirdiğinden

esasıyla da bozulur ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah

hükmüne geçemiyor ki, hak olabilsin; belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.

Şimdi Adnan Menderes gibi,

Seyyidül kavmi[10]) hakikatıyla, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet adalet olmaz,"İslâmiyet'in ve dinin îcablarını yerine getireceğiz"

diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak

dehşetli cereyan

müdahalesine yol açmak

iki, gayet büyük rüşvet ile halkları aldatmak ve ecnebilerinvaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.

Birisi:

kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede

geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar

hürriyetperverlere hücum ediliyor.

İkinci hücum da:

yüzünden yüz masumun hakkını çiğneyebilen,

hakikatta ırkçılık damarıyla

bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine,

hem bîçare Türkler aleyhine, hem Demokrat'ın takib ettiği siyaset aleyhine çalışarak

ve

kardeşliği veriyor

O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faideden bin defa daha ziyade

düşmanlığa çevirmek

İslâmiyet milliyeti ile dörtyüz milyon hakikî kardeşin her gün

mü’minine vel mü’minat’

ırkçılık dörtyüz milyon mübarek kardeşleri, dörtyüz serseriye ve lâübalilere yalnız

dünyevî ve pek cüz'î bir menfaati için terk ettiriyor.

Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk masumubir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkineİslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp -evvelkisi gibi- bir cânizahiren bir milliyetçilik vehem hürriyetperver dindar Demokratlara, hem bütünserseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık.hakikî kardeşlerigibi acib tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor. Meselâ:Allahümmeğfir lildua-yı umumîsiyle manevî yardım görmek yerine,

Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve

Türkler'e büyük bir tehlikedir ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir.

Necib Türkler böyle hatadan çekinirler

dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsâr ile

tahakkuk ediyor.

. Bu iki taife herşeyden istifadeye çalışıp,

Bu acib tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı; kırk sahabe ile dünyanın

kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dörtyüz

sene zarfında ve her asırda üçyüz-dörtyüz milyon şakirdi bulunan “hakikat-ı

Kur'aniyenin sarsılmaz kuvvetine” dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve

uhrevî saadet-i ebediyenin zevklerine o cazibedar hakikatla beraber nokta-i

istinad yapmak, o mezkûr muarızlarınıza ve hem dâhil ve hariçteki

düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çare-i yegânedir

insafsız dâhilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin

de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de

yükleyecekler.

olur.

Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr

tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız

hizmete ve mezkûr hakikatı kabul etmenize mukabil dua etmeye karar

vereceğiz....

Üçüncüsü:

hadîs-i şerifin

ba’dan’(

dâhildeki adaveti unutmak ve tam tesanüd etmektir.

. Yoksa oHem size, hem vatana, hem millete telafi edilmeyecek bir tehlikeİslâmiyet'in hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi buEl mü’minü lil mü’mini kelbünyanil mersusı yeşüddü ba’duhü[11]) hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı

Hattâ en bedevi taifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir

düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o

dâhildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def' oluncaya kadar tesanüd ettikleri

halde;

gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan

yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi

hâdisatlar görünüyor. Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük

sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı,

onun fikrine uygun ve tarafdar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve

şeytandan kaçar gibi otuzbeş seneden beri Siyaseti terkettim.

binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve

Hem şimdi birisi hem Ramazan-ı Şerif'e, hem şeair-i İslâmiyeye, hem bu dindar

millete büyük bir cinayet yaptığı vakit, muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına

gittiği görüldü. Halbuki

da fısktır, zulümdür, dalalettir

nazarında ettikleri cinayetlerinden mazur göstermek damarıyla muhaliflerini

kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar

dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî ahlâkı da zîr ü

zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir sû'-i kasd

hükmündedir.

küfre rıza küfür olduğu gibi; dalalete, fıska, zulme rıza. Bu acib halin sırrını gördüm ki; kendilerini millet. İşte bu çeşit

Daha yazacaktım; fakat bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik

hürriyetperverlere

dindarbeyan etmekle iktifa ediyorum.

Said Nursî»

(Emirdağ Lâhikası-ll sh:172)

MEKTUP-7

CELAL BAYAR VE ADNAN MENDERES’E

GÖNDERİLEN MEKTUP (1955)

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri,

ile birlikte Bağdat Paktı

Liderlere çok geniş muhtevalı meseleleri de ders veren bir mektup yayınlamıştır.

1955 senesinde Türkiye’nin Pakistan ve Irakadlı bir birlik teşekkül ettirmesi üzerine, Demokrat

Bediüzzaman Hazretleri bilhassa İslâm Ülkeleri ile olan münasebetlerin

küçücük bir başlangıcına bile çok ehemmiyet vermiş ve buna sebeb olan Devlet

Adamlarını tebrik etmiştir

hususan günümüzde bir başka ehemmiyet arz eden bu mektubu buraya alıyoruz.

Şöyle ki:

. Her zaman ibret ve ders alınması lüzumu bulunan,

«Reisicumhur'a ve Başvekil'e

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve

ölüme kendini yakın gören bir bîçare garib ihtiyar der ki: Size iki hakikatı beyan

ediyorum:

Evvelâ:

millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla

tebrik ediyoruz.

umumiyesine ve selâmet-i ammenin teminine kat'î bir mukaddeme olarak

ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size

yazmaya mecbur kaldım.

Sizlerin Pakistan ve Irak'la gayet muvaffakıyetkârane ittifakını, buBu ittifakınızı, inşâallah dörtyüz milyon İslâm'ın sulh-u

Otuz-kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terkettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu

ihtar-ı kalbînin sebebi:

bulan ve Kur'anın bu zamanda bir mu'cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur'un

Arabistan ve Pakistan'da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul

olması

Risale-i Nur'un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda

kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Sâniyen:

hürriyetin başında "kulüpler" suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci

harb-i umumîde yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arabların mücahid

Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı

istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o

ırkçılıkla büyük zarar vermeğe çalıştıklarına emareler görünüyor.

Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen mikdarın üç misliIrkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve

Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi

olduğu halde; evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında müslüman

olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil.

Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar.

Türk gibi Arablarda da Arablık ve Arab milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve

olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir.

bir tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan'la pek kıymetdar ittifakınız, inşâallah bu

tehlikeli ırkçılığın zararını def'edecek ve dört-beş milyon ırkçıların yerine,

dörtyüz milyon kardeş Müslümanları ve sekizyüz milyon sulh ve müsalemet-i

umumiyeye şiddetle muhtaç Hristiyan ve sair Dinler sahiblerinin dostluklarını

bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat

geldiğinden size beyan ediyorum.

Sâlisen: Altmışbeş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz

müstemlekât nâzırı Kur'anı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki:

İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz

altında tutamayız. Ya Kur'anı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan

soğutmalıyız."

Türk,O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün"Bu,

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsad komitesi bu bîçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr

millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de altmışbeş sene evvel bu cereyana karşı,

Kur'an-ı Hakîm'den istimdad eyledim

büyük bir Dârülfünun-u İslâmiye tasavvuru ile, altmışbeş senedir, âhiretimizi

kurtarmak ve onun bir faidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı

mutlaktan ve dalaletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin

mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk:

. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek

Birinci Vesilesi:

iman ile hizmet ettiğine kat'î delil, emsalsiz bir mazlûmiyet ve âcizlik haletinde

te'lif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâm'ın ekserî yerlerinde ve Avrupa ve

Amerika'ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz

seneden beri dehşetli bir surette maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine

karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları

cerhedememesidir. İnşâallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin

anahtarını bulan zâtlar, bu mu'cize-i Kur'aniyenin cilvesini âlem-i İslâm'a

işittireceksiniz.

Risale-i Nur'dur ki; uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i

İkinci Vesilesi: Altmışbeş sene evvel Câmi-ül Ezher'e gitmek istiyordum. Âlem-i

İslâm'ın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim.

Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Ezher Afrika'da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika'dan ne kadar

büyük ise, daha büyük bir Dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya'da lâzımdır.

Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan,

Kürdistan'daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî

ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile

ıhvetün’(

felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti,

İslâmiyet hakaikıyla tam musalaha etsin. Ve Anadolu'daki ehl-i mekteb ve ehl-i

medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin

merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan'ın

ortasında Medreset-üz Zehra manasında, Câmi-ül Ezher üslûbunda bir Dârülfünun;

hem mekteb, hem medrese olarak bir üniversite için,

Nur'un hakaikına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım.

Câmi-ül‘innemal mü’minüne[12]) Kur'anın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Vediye vilayat-ı şarkıyenintam ellibeş senedir Risale-i

En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin)

binasını yapmak için yirmi bin altun lira verdiği gibi, sonra ben eski harb-i

umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit,

meb'usun imzası ile

üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek,

şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle

kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler.

dinde çok lâkayd ve garblılaşmak ve an'anattan tecerrüd etmek taraftarı

bulunan bir kısım meb'uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler

ki:

medeniyete muhtacız."

"Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyanın

Asya'da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların garbda

gelmelerinin delaletiyle; Asya'yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin

tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak

garblılaşmak namıyla an'ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız

dahi, dört-beş büyük milletlerin merkezinde olan vilayat-ı şarkıyede millet,

vatan selâmeti için dine, İslâmiyet'in hakaikına kat'iyyen taraftar olmak, size

lâzım ve elzemdir

Ben Van'da iken, hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki

çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?"

Müslüman bir Türk'ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade

ona alâkadarım. Çünki tam imana hizmet ediyorlar." Bir zaman geçti (Allah rahmet

etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten

sonra gördüm.

damarı ile başka bir mesleğe girmiş.

dinsiz de olsa bir Kürd'ü, sâlih bir Türk'e tercih ediyorum."

sohbette kurtardım. Tam kanaatı geldi ki: Türkler, bu millet-i İslâmiyenin

kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran meb'uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürd var. Yüz milyona

yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arab var. Kırk milyon Kafkas var.

Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu

talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o

milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i

İslâmiyeyi tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara

almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir?

İşte bu cevabımdan sonra, an'ane aleyhinde ve her cihetle garblılaşmak fikrini

taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim, Allah kusurlarını

afvetsin, şimdi vefat etmişler.

Râbian: Madem

üniversitesini en ehemmiyetli bir mes'ele yapıp, hattâ hârika bir tarzda altmış milyon

liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet

ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i

İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnetdar

etmiş.

Ve şimdi orta-şarkta sulh-u umumînin temeltaşı ve birinci kal'ası olan bu üniversiteyi

yine mesail-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması; elbette bu vatan, bu

devlete, bu millete bu azîm faideli hizmeti netice verecek.

üniversitede esas olacak. Çünki hariçteki kuvvet tahribatı manevîdir,

imansızlıkladır. O manevî tahribata karşı atom bombası, ancak manevî

cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

Madem ellibeş sene bu mes'eleye bütün hayatını sarfetmiş ve bütün dekaikı ile

ve neticeleri ile tedkik etmiş bir adamın bu mes'elede re'yini almak ve fikrini

sormak lâzım gelirken; Amerika'da, Avrupa'da bu mes'eleye dair istişareye

kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu mes'elede söz söylemeye

hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Sultan Reşad takdir edip yalnızAnkara'da mevcud 200 meb'ustan 163150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı oHattâ"Biz şimdi ulûm-u an'ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garblılaşmaya veBen de cevaben dedim:. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:: "Türkler İslâmiyetededim. Dedi: "BenBazı ırkçı muallimlerden aldığı aks-ül amel ile, o da KürdçülükBana dedi: "Ben şimdi gayet fâsık, hattâSonra ben onu birkaçSizden soruyorum!Reis-i Cumhur gayet mühim mesail-i siyasiye içinde şarkUlûm-u diniye o

Said Nursî

(Emirdağ Lâhikası-ll sh: 222)

* * *

[1]

Kürt unsurları idi. Onun için Bediüzzaman Kürt unsuru için “Mühim bir unsûr” diyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nda bilhassa son asırlarda, bir çok unsurların yanında üç büyük unsur vardı ki, bunlar sırasıyla Arap, Türk,

[2]

ve zeki bir insan. Şahsen kimseye kötülük etmeyen, ama vazifedarlığı itibarıyla bazı zulümlü hallere teması da olmuştur.

Şefik Paşa, 5 Aralık 1896 - 11 Ağustos 1908 arası zaptiye nazırlğı yapan bu zât, Haleplidir. Adliye’den yetişmedir.. Oldukça becerikli

[3]

Mü'minin ferasetinden sakının; çünkü o Allah'ın nuruyla bakar. (Tirmizi, Tefsiru Sure 15:6, Ebu Naîm, Hılyetü’l Evliya 4:94)

[4]

'O gün dostlar biribirine düşman kesilir. -Ancak takva sahipleri müstesna.-' Zuhruf Suresi. 43:67

[5]

Nisa Suresi 4:103

[6]

Al-I İmran Suresi 3:103

[7]

Al-I İmran Suresi 3:173

[8]

Enfal Suresi 8:40

[9]

En'am Suresi, 6: 164, İsra Suresi 17:15, Fatır Suresi 35:18, Zümer Suresi 39:7

[10]

Aclunî, Keşfü'l Hafâ 2:463

[11]

Buhari, Salat:88, Edeb:36, Mezalim:5

[12]

Hucurat Suresi 49:10
HOŞ GELDİNİZ  
   
Facebook beğen  
 
 
NAMAZ VAKTİ  
   
TAKVİM  
 
 
facebook Salahaddin Şmşk

Kartınızı Oluşturun
 
  .................................  
Bugün 15 ziyaretçi (35 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol